Zeytindağı Hakkında
Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay'ın yedek subay olarak katıldığı I. Dünya Savaşı'ndaki anı ve izlenimlerinden oluşan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşta içine düştüğü durumu ortaya koyan eseri.
Kitabın adı, Cemal Paşa’nın başında bulunduğu 4. Ordu Karargâhının yerleşik olduğu ve Kudüs’e yakın bir tepe olan Zeytindağı'ndan gelmektedir.
Falih Rıfkı Atay, bu kitabında, Osmanlı saltanatının son günlerinden Türkiye'nin ilk günlerine kadarki bir zaman dilimini anlatmaktadır. Yazar bir görev sebebiyle Cemal Paşa’nın Karargâhına yani Zeytindağı’na gitmiştir. Burada yaşamış olduğu olayları ve anılarını bulunduğu tarihin önemli olaylarını da içine alacak şekilde anlatmıştır.
I. Dünya Savaşı başladığında Falih Rıfkı Atay yedek subay olarak orduya alınır ve Cemal Paşa’nın Karargâhına tayin olur. Cemal Paşa ile ilk ilişkileri de burada gelişir.
- "Bizden Belgrad'ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak: - Ne hacet, dedi, İstanbul'u da size verelim. Babalarımız için Niş, İstanbul'a o kadar yakındı. Biz eğer Vardar'ı, Trablus'u, Girit'i ve Medine'yi bırakırsak, Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk. Çocuklarımızın Avrupası Marmara ve Meriç'te bitiyor." (sf. 2)
- "Batış ve kurtuluş gibi, bir milletin tarihinde ikisi tek yüzyıl içine pek az defa sığmış olan ve yalnız biri milli tarihin bir büyük faslı olan iki hadiseyi dört, beş yıl içinde görüp geçirmiş, en büyük acıyı ve en büyük milli sevinci tatmış olanların hikayeleri okunmaya değer." (sf. 2)
- "Hür bir fikir eğitimi görmeyenlerle anlaşmak imkanı var mıdır?" (sf. 3)
- "Gözleri Mustafa Kemal gününde açılmış olanlara, 1913 avuntuları ne kadar gülünç gelir. 1913'te bir Mustafa Kemal, yüzyıl sonrası için bile hayaldi, fantazi romanlarında bile yeri yoktu." (sf. 13-14)
- "Bana göre bizim gençliğin aradığı hürriyetleri, kadın, tefekkür ve hayat hürriyetini ancak Cemal Paşa'dan ve eğer varsa, onun kafasında olanlardan beklemek gerekti. Enver'le Müslüman ortaçağı, bütün yeşilliği ile devam edecekti." (sf. 15)
- "Haydarpaşa'dan en uzak vilayetlere doğru trene bindiğim zaman, Çanakkale Harbi başlamıştı. İstanbul, Kahire'den, Kudüs'ten, Şam'dan, Halep ve Bağdat'tan hayalini geri çekmiş, kendi öz canının kaygısında idi." (sf. 19)
- "İttihat ve Terakki'yi sorumsuz adamlar soysuzlaştırmışlardır. Halbuki devlet kuvvetlerinin yerini, hangi şahsi kuvvet tutabilirdi. En azılı katili, eli titrek bir hakim mahkûm eder ve bir çingene asar." (sf. 20)
- "Halep'ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. Ticaret, kültür, çiftlik, endüstri, binalar, her şey Arapların veya başka devletlerin.. Yalnız jandarma bizim idi; jandarma bile değil, jandarmanın esvabı. Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam-Arap, yahut yarı-Araptır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rast geliyordum." (sf. 21)
- "Osmanlı İmparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha faydalı idi." (sf. 21)
- "Suriye, Filistin ve Hicaz'da: - Türk müsünüz? Sorusunun birçok defalar cevabı: - Estağfurullah! idi." (sf. 21)
- "Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık." (sf. 22)
- "Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi." (sf. 22)
- "Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu." (sf. 22)
- "İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işletmektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karı ş ık emilen bir sağmal idi." (sf. 23)
- "Halep'ten Aden'e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi. Bu hissi ortadan kaldırınız: Suriye ve Arabistan meselesi arapsaçına döner, karmakarışıklığın içinden çıkamazsınız." (sf. 23)
- "Suriye'de Hıristiyanlık, Müslümanlık, Filistin'de Araplık, Yahudilik, Hicaz'da şeriflik, Vehabilik meseleleri, bizzat Türk-Arap meselesinden daha azılı idi. Nitekim biz çıktık, nifak, bütün Akdeniz, Kızıldeniz ve çöller boyunca yanıp durmaktadır." (sf. 24)
- "Bugünkü Türk kafası, ileri bir kafadır. Bu kafanın şimdiki düşünüşü ile o zamanki Arap meselesi için karar vermek yanlış olur. Şunu hesaba katmalıdır ki, İttihat ve Terakki, Osmanlı İmparatorluğu'nun hiçbir hak ve nüfuzundan vazgeçmeye razı olmamıştır. İttihat ve Terakki; Arnavut, Ermeni, Rum ve Arap, bütün azınlıkların, milliyetçi ve istiklalci unsurların can düşmanı idi." (sf. 27)
- "Kinsiz ve kedersiz ölüme gitmek güçtür." (sf. 29)
- "Yusuf Hanî, milliyetçi olduğu için Türk düşmanı değildi. Türk düşmanı olmak moda olduğu için ve zarar da vermediği için, öyle idi." (sf. 29)
- "Beyrut'ta Cemal Paşa, evinin merdivenlerinden inerken, güzel ve siyahlar giymiş bir kadın, yanında çocuğu ile kendini karşılamıştı. Çocuk, elindeki çiçek demetini kumandanın ayağı altına atarak: ''- Babamı bağışlayınız'' diyordu. Kumandanın o gün gözlerinin yaşardığını ve titreyen çenesini güç tuttuğunu görmüştüm. Çünkü bu siyahlı kadın, evine dönerken, meydanın bir köşesinde, sevdiği kocasının soğumuş beyaz cesedini görecekti." (sf. 30)
- "Paris'te her şey unutulmak için eğer on beş gün yeterse, Şark'ta bu, on beş saat bile değildir. Şark'ta ölmemeye bakmalı..." (sf. 30)
- "Eski hikayedir Kurban Bayramı'nda hatip, Arapça olarak, ve makamla, şeriata göre koyunun nasıl yatırılıp kesileceğini anlatıyordu. Sıra arasından bir Arnavut ağlamaya başladı. Yanındaki sordu: - Ne ağlıyorsun? - Baksana, neler söylüyor!" (sf. 32)
- "Medine, Peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ve ahlaksız simsar yuvalarından biridir. Her Medineli uzaklardan gelen saf saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taş ını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar." (sf. 35)
- "Medine Arabı'nın eli cebinize girmiş kadar, durmaksızın paranızla oynar. Ne için alır, ne kadar alır, ne zaman alır, haberiniz olmadan haraç verip gidersiniz." (sf. 36)
- "Yarın, öbür gün, Arap çeteleri ile sarılacaksınız, Peygamberin torunları, Ravza'nın yeşil kubbesine kurşun atacaklar. İstanbul elden gidiyormuş gibi telaşlanarak size Anadolu'nun bağrından Türk yavruları göndereceğiz. Siz peygamber torunları ateş ve açlık çemberi içinde, bir hurma kurusu bulamayıp deriniz iskeletinize yapışmış ölürken, Anadolu çocukları iskorpitten çürüyüp düşen ağızlarının yaraları içinde kavrulmuş çekirge çiğnemeye çalışarak, Fatma'nın, Ebu Bekir'in Ömer'in ve Muhammed'in sandukalarını savunacaklar. Ta, Şam'a kadar üç gün üç gece süren demiryolunun iki tarafını Anadolu Türkleriyle kuşatacağız. Arap kesesine Anadolu altını ve Arap kursağına Anadolu'nun rızkını akıtacağız. Şaka değil, İslam emperyalizmi yapıyoruz. Arap cenbiyeleriyle bağırsakları deşilerek, etleri çöl güneşinden kavrulmuş olanlar! Sizler, ey Sarıkamış'ın buz dağı üstünde donmuş olanların kardeşleri, siz hep, pomatlı bir yüz derisinin kapladığı boş bir kafanın içindeki bomboş bir hayalin kurbanları değil misiniz?" (sf. 39)
- "Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs'te yüzlerce yıldan beri her cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır. Paranın ne büyük kuvvet olduğunu anlamak için ise, Filistin kıyılarını ve içlerini Yahudilerin ve büyük Arap sayısını çöle doğru süren Siyonist sömürgeciliğini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı, bir külçe altına değmez" (sf. 42)
- "Nerede isyan olursa, Zeytin, Bahçe ve Urfa'da olduğu gibi, şiddetle tenkit edilmiş, fakat tehcir kervanlarına taarruz ettirilmemişti. Adana yolunda kafilelere hücum eden birkaç kişi idam bile edildiler." (sf. 47)
- "Hele çöl bedevilerinin altın ve kıymetli taştan başka dinleri yoktu." (sf. 52)
- "Sınır boylarındaki şeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları yan yana idi. Şeyh size kim olduğunuzu sorar, İngiliz misiniz? - Yaşa İngiliz! Türk müsünüz, - Yaşa Türk!" (sf. 52)
- "Biz emire top da yollamıştık. Kumandanı İkinci Mülazım Osman Bey'di. Aşiret, Medayin'e doğru yürüyüş gösterdiği zaman, bir vadide ateşe uğradı: Bizimkiler 100, karşı taraf 30 kişi kaldılardı. Daha birkaç kişi yaralanınca, hepsi kaçmaya başladılar. Osman Bey'e de: "- Topunu bırak, gel!" diyorlardı. - O benim namusumdur, bırakamam. Ne diye kaçıyorsunuz? diyordu. Boş yere bağırdı, çağırdı. Karşı taraf üstüne üşüşüp kurşun ve cenbiye ile Türk çocuğunu parçaladılar." (sf. 65)
- "Silahlar, toplar, altınlar, develer ve erzak, hepsini, hepsini verdik. Ve bütün seferden bize yine ve yalnız bir Türk çocuğunun isimsiz, nişansız, mezarından başka bir şey kalmadı. Türk topuna sarılmış olarak parçalanan Osman, 333 senesi Haziranı'nın üçüncü günü ölüp gitmiştir." (sf. 65)
- "Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm: Kudüs, İngilizlerin elinde idi. Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan okudum. Kudüs'ü İsrailoğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık." (sf. 72)
- "Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız. Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe: - Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor. Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!" (sf. 72)
- "İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü." (sf. 72)
- "Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!" (sf. 73)
- "Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan... hepsini böyle ödedik. Mustafa Kemal, Büyük Harp'e girmek aleyhinde idi: Kafa ve sanat adamı olduğu için! Mustafa Kemal Kurtuluş Harbi'ni bırakmak fikrinde asla bulunmadı: Vatan adamı olduğu için! İşte size bütün kitabın özü: ilim ve vatan adamı olunuz. Hiçbiri yalnız baş ına, ne sizi, ne de milletini kurtarabilir." (sf. 74)
- "Türk, harpte kullanılmış, kıymetlendirilmiş, destanlaştırılmış, sulhta ise bırakılmıştır. ''En iyi çelikten yapılan, demiri et gibi kesen bu kılıç, sulh kılıfının içinde paslandırılmış, tekrar fırsat çıktığı zaman kanda yıkanmış ve ateşte parlatılmıştı." (sf. 85)
- "İngilizler çok kuvvetli idiler. Fakat en çok beni meyus eden nedir, biliyor musunuz? İngilizler refah içinde, biz değiliz. Onlar sağlam, iklime göre yapılmış esvaplarıyla, her gün tam yem alan güzel atlarıyla, lüzumsuz ölümler için ön saflara atılmış müstemlekât askerleriyle geliyorlar. Biz bazan kış, bazan yaz esvabı giyiyoruz. Atlarımız zayıf, adedimiz az ve her ölen neferi yüreğimizden veriyoruz. Ölen, eskiyen, yırtılan her şey, canımızdan, memleketimizden bir şey.." (sf. 99)
- "Çöl nankör bir şeydir, muharebe kumun bazı yerlerini kanla çamur etmekten başka bir iz bırakmıyor." (sf. 100)
- "Her şeyi kolay düşünüp ferahlamakla beraber, gene her bıraktığımız ölü için ümitsiz bir keder duyuyorum. İnsan kum üstünde şehit bırakmaya dayanamıyor, çünkü ne mezarı, ne izi kalıyor. Bir denizde bile insan bu kadar kaybolabilir." (sf. 102)
- "Tarih böyle kahramanların isimlerini yazmaz, fakat İkinci Gazze muharebesinin son gününü görenler on birinci bölüğün ismini unutamazlar." (sf. 107)
- "Tenha çöllerde Türklerin harbini görmeyenler Türklerin kahraman olduğunu nasıl anlayabilir?.." (sf. 111)
- "Irak, Çanakkale, Kafkasya, Galiçya ve Romanya cephelerinde her mevsime, her düşmana ve her iklime karşı harp eden bu cesur adamlar Herkül'ün on iki imtihanını verdiler." (sf. 111)
.jpeg)
Yorumlar
Yorum Gönder