Ana içeriğe atla

Esir Şehrin İnsanları - Kemal Tahir

 




Esir Şehrin İnsanları Hakkında

Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'dan yenik çıkmasından sonraki dönemi anlatan bir kitaptır. Kitabın ana kahramanı Kamil Bey; yüksek eğitim almış, Avrupa dillerini bilen ve birçok Avrupa ülkesini görmüş kültürlü bir paşa oğludur. İçine düştüğü ekonomik sıkıntılar onu öz vatanına, İstanbul'a dönmesini zorunlu kılmıştır.



  • "İlk günlerde Nermin’e kur yapmayı denemiş, kadının böyle bir işin dünyada var olduğundan habersiz bulunduğunu şaşırarak anlayıp vazgeçmişti." (sf. 14)
Kamil bey ve eşi Nermin uzun süre sonra geldikleri İstanbul'da bir davete katılırlar. Bu davette bulunan bazı işgal kuvvetleri subayları Kamil Bey'in olmadığı bir anda Nermin Hanım'a kur yapmayı dener. Yazar, bu davranış karşılığında böyle bir durumdan habersiz görünen Nermin Hanım ve onun üzerinden Türk kadınına ne kadar uzak bir durum olduğunu okuyuca aktarıyor.



  • "Bu vartayı atlatmaya bakacağız! Padişah, halife, bir de başkent kurtuldu mu gerisi kolay” diyordu. Nasıl kolaydı gerisi? Memleketsiz, milletsiz padişah, halife, başkent neye yarayacaktı? Sonra yeniden toplanmak... Bunu düşünmezler mi düşmanlar? Toplanma imkânı verecek boşluklar, dayanaklar bırakırlar mı?" (sf. 20)
İstanbul'un işgal edildiği o karanlık, umutsuz günlerde bazı çevrelerdeki düşünce İstanbul'da padişahın ve hilafetin korunmasının kurtuluş için yeterli olduğuydu. O dönemde Anadolu üzerinden bir direnişin başlatılıp başarılı olacağı gibi ne bir düşünce ne de bir ümit vardı.

  • "Yedek subaylık yok mudur sizde? — Şimdi var sanırım. Eskiden İstanbul halkını askere hiç almazlardı." (sf. 22)
İşgal yıllarında İstanbul halkının da yedek subay olarak askere alındığı belirtilmiş. Oysa önceleri İstanbul halkının askere hiç alınmadığından bahsedilmiş. İlginç bir anektod.

  • "Düşman gemilerinin edepsiz bir kibirle Boğaz’dan geçişleri gözümün önüne geldi. Bunu geriye itmek, unutmak istedimse de beceremedim. Önce on torpido, ortada kruvazörler, arkada, dretnotlar, hiç bitmeyeceklermiş gibi temiz Marmara’mıza giriyorlardı. Yirmi ikisi İngiliz, on ikisi Fransız, on yedisi İtalyan, dördü Yunandı. Çanakkale savaşlarımızın bilançosu iki yüz elli bin ölü imiş... Böyle namussuz bir sonuç için bu kadar korkunç bir bedel nasıl ödenir? Top kamalarımızı almak için düşman subayları geliyor. Komutanımdan izin istedim. Bir şey sormadan ‘peki’ dedi. İstanbul’a gideceğim. İstanbul’a... Esir İstanbul’a... Hak ettik miydik bütün bunları biz? Komutanımla vedalaşırken bunu sorayım dedim. Bir türlü cesaret edemedim. Belki on kere davrandım. On keresinde de vazgeçtim. Hak ettik miydi? Hak ettik mi? Hak etmek ne demek? Hak ne demek?" (sf. 25)
Büyük bedeller ödenerek durdurulan düşman, geleceğin komutanlarını ilk kez milletle tanıştıran bir savaş. Binlerce şehit, onbinlerce yaralı ve korkunç bir yıkım, travma. Çanakkale o günlerde geçilseydi bugün başka bir dünya olacaktı belki. Fakat bütün ödenen bedeller, verilen canlardan sonra henüz toprak dökülen kandan arınmamış, kurumamışken dört yıl sonra düşman donanması Çanakkaleyi geçer ve istanbul'a girer. Bunu yenilen bir ordunun subayı işte bu cümlelerle değerlendiriyor.

  • "Ölümden korkmadığımı gördünüz, komutanım; ben, ölmemekten korkuyorum. Yani, öldükten sonra da bu acılar sürerse diye ödüm kopuyor! Acı çeken gövde mi, ruh mu? Bunu kesinlikle bilmek ne büyük mutlulukmuş!" (sf. 26)
Mağlup bir ordunun subayı ölümden korkmuyor. Öldükten sonra da bu acıların devam edebilme ihtimalinden korkuyor. İşte Türk subayı için vatanının düşman çizmeleriyle çiğnenmesi bu kadar acı ve katlanması zor bir durumdu.

  • "Ölüm didinmelerin sükûna inkılâbıdır." (sf. 29)

  • "Dün gece saat onda evine giden Salih’in kolu, sarhoş Yunan erlerine dokunmuş, üstüne atılıp dövmeye başlamışlar. Polis araya girmek isteyince Yunanlılar tabancalarını ateşlemişler, 640 numaralı polis Haşan Efendi böğründen vurularak ölmüş. Katil, Osmanlı tebaasından Tanaş oğlu Dimitri yakalanmışsa da Yunanlılar gelip müdüriyetten almış götürmüşler. Ölen polisin ailesine hükümetçe 20 lira yardım yapılacağı haber alınmış!’ Yirmi lira... Bu kadar ucuzladı mı Türk canı? Kaç çuval kömür alınır yirmi lirayla, kaç ekmek alınır? Geçende yirmi para zam edildi, 17 kuruş oldu ekmek... Yapılan yardım 120 ekmek!.. Ailesi beş nüfusluysa... Günde birer ekmekten 24 günlük yavan ekmek parası... Evet, şaşılacak kadar ucuzladık aziz komutanım." (sf. 29)

  • "...aşırı, uydurma, sinire dokunur, gürültülü kahkahalarla gittikçe sulanan neşelere durgun mizacı yüzünden istese de katılamamakta." (sf. 35)
Kamil Bey'in karakteri ile ilgili ilk analizlerden biri. Öyle ki, katılmak durumunda kaldığı bir davette, kendini ait hissetmediği bir yerde bulunmanın verdiği ızdırapla mücadele etmekte bulur kendini.

  • "Çürümüş Bizans, Türk’ün canlı ruhunu bozdu, yumuşattı, nasıl derler, pelteleştirdi. Gerçek budur bence... Bu ne kadar gerçekse Türkler’in çekildikleri Anadolu’da, kendilerinin gerçek fikirlerini tanımamış bir dünyaya karşı çıkacakları, el ele, gönül gönüle verip direnecekleri de o kadar gerçektir." (sf. 37)

  • "Ertesi gün, işgal sırasında sadece beş Türk askerinin öldüğü anlaşıldı. Söylenenler doğruysa bunlar Şehzadebaşı’ndaki mızıka karakolu erlerindenmiş. Uykuda öldürülmüşler. Buna karşılık, Harbiye Nezareti, Genel Kurmay Başkanlığı, tersaneler, kışlalar işgal edildiği halde çarpışma yok!" (sf. 74)
Yüzlerce yıldır Türk devletine başkent olmuş bir şehir işgal ediliyor ve saltanat, hilafet yerinde duracak diye bir direniş gösterilmiyor. İşte bu zihniyet asla Anadolu'ya giderek milli mücadele hareketini başlatan Mustafa Kemal Paşa'yı ve beraberindeki vatansever Türk subaylarını anlayamayacaklar. Vatanın her karış toprağının kutsal olduğuna inanan ve onun için kan dökmeden geri çekilmek düşünülemez diye emir veren bu insanlar ile İstanbul işgal edilirken ses çıkarmayanlar hiç aynı safta durabilir mi?

  • "Burada bulunmadığından, birinci işgalin etkisini görmemişti ama, ikinci işgal, halkın son direnme gücünü de yerle bir etmişti. Üsküdar’da, hele Bağlarbaşı’nda kimsenin ağzını bıçaklar açmıyordu. Açık bir yılgınlık çökmüştü erkeklerin üstüne... Davranıp silkinmek beklenemezdi. Görünüşe bakılırsa, polisler, jandarmalar, memurlar, artık kendi hükümetlerine çalışmadıkları halde, görevlerini yapıyorlardı eskisi gibi... Sokaklarda çocuklar, gene bağıra çağıra oynamakta, kadınlar komşularına gitmekte, alışveriş edilmekte, düğünler yapılıp mevlitler okutulmaktaydı, ama tatsız..." (sf. 76)
Türk halkı işgalden sonra da bir şekilde hayatına devam etmiş fakat artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Hasta yatağında ölümü kabullenmiş birinin son günlerini yaşaması gibi, hayattaydı belki hala millet ancak tadı tuzu yoktu. 

  • "iki buçuk zeybekle yedi düvele karşı koymaya yeltenmekteydiler." (sf. 87)
İşte o günlerde milli mücadeleyi başlatan Türk kurmaylarına karşı bakış açısı buydu. Anadolu'dan başlatılacak bir milli mücadele sonucu başarı kazanmak ve bağımsızlığı elde etmek bunlar hayalden bile öteydi. Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki Türk kurmayları işte böyle bir imkansıza inandılar ve başardılar.

  • "Eski adamlar, bütün davranışlarını dine uydurmaya uğraşmışlardı. Yürüyen ve değişen hayatı donmuş kalıplara uydurmaya çalışmaktan daha zavallı bir iş olur mu? Zamanın hâkim sosyal fikri (din) olduğu, herkes servetini, canını, şerefini ona bağladığı halde, onu kurtarıp yaşatalım derken nasıl da kolayca berbat etmişlerdi." (sf. 93)

  • "Bir milletin bayrağı o milletin başı gibi düşer!” diye bir söz etti. Milletler de, zaten balıklar gibidirler... Başlarından tutuluyorlar. Yahut başlarından çürüyorlar." (sf. 109)

  • "Siz, sahiden ihtilalci olmuşsunuz Ahmet! — Teşekkür ederim kardeşim... Bugün bir insana bundan büyük iltifat olmaz." (sf. 110)
Kamil Bey bir gün yolda arkadaşı Ahmet ile karşılaşır. Biraz geçmişten konuştuktan sonra şimdi neler yaptıklarını konuşurlar. Ahmet, işgallere tepki, işlenen suçları ve padişahın tüm olup bitenlere seyirci olmasını halka duyurmayı amaçlayan milli mücadele yanlısı bir dergi çıkarmaktadır. Bunun üzerine Kamil Bey şaşırır ve ihtilalcı olduğunu söyler arkadaşına. Ahmet'in cevabı ise dikkate değerdir.

  • "Yenilmiş çıkılan bir harpte esir düşen bir subaya harp ettiğini hatırlatmamalı... Artık, ne değeri var? Yenisine başladık. Harp etmek eskiden erkekçe bir işmiş. Şimdi insanca bir iş... Kadınlar bizden daha iyi dövüşüyorlar" (sf. 113)

  • "Miting yapıldığı zaman burada olup, Sultanahmet Meydanı’nı görmeliydiniz. Siyah çarşaflı bir kadın kalabalığı, memleketin üzerinde bir an, siyah bir bayrak gibi dalgalandı." (sf. 113)
Halide Edip'in Sultanahmet mitingini tasvir eden yazar onu adeta memleketin üzerinde dalgalanan bir bayrağa benzetmiştir. 

  • "Halka, bu harbin eskilere, meselâ 93 Harbi’ne, Balkan Harbi’ne, seferberliğe benzemeyen bir başka boğuşma olduğunu anlatmalıyız! Bir başka harptir bu... Kadını, erkeği, çocuğuyla yapılması gerek, bir vatan, millet harbi... Bunu hem yapmaya, hem de kazanmaya mecburuz." (sf. 114)

  • "Geriliği atmak için sosyal zorunluğa hiç bakmamak... Aklım erdi ereli ben çarşaftan nefret ediyorum. Ne zaman peçemi indirsem, bir çalınmış mal haline geldiğimi düşünerek sıkılırım. Çarşaf yobaz uydurması... Tersine, kapalılık, hele peçe kullanmak kadını daha hayasız ediyor. Peçede bir çeşit kesin güven var... Oysa insan, bugün, hayat karşısında kesin güven duymamalı..." (sf. 136)

  • "Şimdi burada kostüm tayyörle olmak isterdim. Şapkamı da şuraya aşmalı idim. — Şapka mı? Siz neler söylüyorsunuz? Yobazlar, topuklardan dört parmak kısa etek giyen kadınların çarşaflarına kezzap döküyorlar. — İyi ediyorlar. Başka türlü bizi başkaldırmaya zorlayamazlar. — Gerçekten, şapka ile sokağa çıkmaktan korkmaz mısınız? — Hiç..." (sf.136)

  • "Bir fikir kadınlar tarafından kolayca kabul edilirse o fikir ergeç, yüzde yüz yener." (sf. 138)

  • "Balkan bozgunundan sonra, asırlık baskılarla hadım edilmiş sinirlere, şehvet! bir kımıldama vermiş, dört yıllık kanlı' boğuşma bu bunak sinirleri işte bu bitkin kımıldamanın tam ortasında çekip koparmıştı. Osmanlı aydınları için artık geçmişe sığınmaktan başka çare yoktu ama artık sığınacak geçmiş neredeydi? “Anadolu” Bir sürgün yolu idi ki vaktiyle ucu Avrupa’daki Jöntürklerden de boyunun ölçüsünü almış bulunuyordu. Oturup ağlamaktan başka bir iş kalmamış gibiydi. Kendi içine kapanıp bir sınırsız vicdan azabını, vicdan azabı olduğundan bile habersiz çekmek, mini mini, değersiz, gülünç dertlerle öfkelenip, mini mini, değersiz gülünç sevinçlerle mutluluğuna kendini kandırarak sürünmek “ve artık ölmek, ölebilmek” kalmıştı." (sf. 151)
Meşrutiyet devrimini gerçekleştiren ihtilalci subayların çoğu dahi artık bir çare kalmadığını yapılabilecek tek şeyin oturup ağlamak olduğunu düşünüyordu. O dönemde milli mücadeleyi başlatan ve ona inananların karşısında duranları ve onların ruh halini inceledikçe ne kadar büyük bir iş başardıklarını bir kere daha idrak ediyoruz. Onlarca yıllık istibdat dönemini devrimle sona erdiren ihtilalci subaylar dahi çözümsüzlükten oturup ağlayacak, intihar edecek kıvama gelmişken Anadolu'ya gitmek ve oradan bir direniş başlatmak... Böyle bir şeye bile inanılmazken bir de bunu başarılı şekilde uygulamak ve kazanmak. Bugün hür bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyorsak bunu en karanlık günlerde dahi inancını yitirmeyen ve bağımsızlık için kanını canını feda eden fedakar Türk kurmaylarına, Türk ordusuna ve milletine borçluyuz.

  • "Sonra saatler iki taraf için de pek hızlı geçer, ya da hiç geçmek bilmez! Oradaki ayrılış, başka ayrılışların hepsinden daha zordur. Diğerlerinde, oradaki kadar imkânsızlık olamaz. Çok bunalırsanız her şeyi göze alır birlikte gidersiniz, ya da birlikte kalırsınız! Böyle bir imkân yoktur cezaevlerinde... Hani hastanelerde insan sıhhatli oluşundan hicap duyar. Mahpushanede de ziyaretçi hür olduğundan utanır." (sf. 156)

  • "Bir milletin kadınları, erkeklerle aynı safta dövüşe girerlerse o milleti yenmek hiç mümkün mü?" (sf. 158)
Milli mücadelenin ruhunu ve başarısının sırrını anlatan en güzel deyişlerden biri.

  • "Şimdi anlıyorum. Bizim millet ıstıraba katlanmasını iyi beceriyor da ona karşı gelmesini bilmiyor. Bu hal kin tutmamıza da meydan vermemekte..." (sf. 173)

  • "Kadın her zaman, aklıyla, namusuyla, merhametiyle, cesaretiyle güzeldir. Boya ile, ipekle, hele etiyle cilvesiyle değil..." (sf. 176)

  • "Çöküntü devirlerinde iki çeşit insan meydana çıkıyor. Namussuzlarla namuslular..." (sf. 182)

  • "Altmış altı oynar gibi gülerek ölüme giden laz takacıları, mavnaya cephane yüklerken “Ne var?” diye tekneye çıkmak isteyen gümrük muhafaza memuruna sarılıp beraber denize atlayarak beraber boğulan Hamal Kürt Muso’yu, tevkif edilecek arkadaşlarına kaçma fırsatı vermek için elini mahsustan dişliye kaptıran Tesviyeci Ahmet Usta’yı, doğma büyüme İstanbullu olduğu, ömründe bir kere bile Heybeliye geçmediği halde, sınıftaki kürsüsünün altında kendisini Şeytan Adası’na götürecek kadar tehlikeli belgeler saklayan genç öğretmenleri, tavuk kesemeyecek derecede yufka yürekli iken işgal kuvvetleri zabitlerini karanlıkta bıçaklamaktan çekinmeyen esnafları, ameleleri, burada kalmak emrini alınca, gidip dövüşemeyeceklerine ağlayan, Trablusgarp’ta, Balkan’da, seferberlikte durup dinlenmeden dövüşmüş subayları, gizli teşkilata çalışan 10-12 yaşındaki çocuk Murat’ları, polis müdüriyeti zindanlarında, Kuvayı Milliyecilere işkence ederken, ilk fırsatta, kulaklarına eğilip: “Biraz daha dişini sık kardeşim... Dövmekten şimdi vazgeçeceğiz. Aman söyleme!” diye fısıldayan polis neferlerini, hele hepsinin üstünde, bizim İzmirli Niyazi’yi düşün!”" (sf. 184)

  • "Sevincin fazlası, korkudan da, acıdan da fena..." (sf. 188)

  • "Biz hepimiz bahtsızlığa o kadar alışmışız ki, sevinç anormal geliyor. Bilmez misiniz, bizde yüksek sesle gülmek ayıpların başında sayılır. Hele çocuklar için... Sonra hocalar bize cennetin sevinçleri yerine durmadan cehennemin işkencelerini belki de bu sebeple anlatırlar..." (sf. 195)

  • "Bir yerde okumuştum. İnsanlar acıya sevinçten daha fazla dayanıyorlar." (sf. 214)

  • "Aman Yarabbi! Bir insan kendi memleketinde kıstırılmış bir vahşi hayvana benzer mi?" (sf. 222)
İşgal yıllarında Türk milletinin nasıl bir durumda kaldığının çok güzel bir tasviri.

  • "Birkaç yıl önce bizim subaylara sürtünen kızlar, şimdi başkalarının peşindeler. Bu dünyada alınıp satılan malların en eskimezi: Kadın eti! Bir de: YALAN!" (sf. 225)

  • "Yalan, dünyada en iğrendiği şeydi. En adi korkaklığın, en adi görünüşü... Kadına da, erkeğe de yaraşmayan bir ruh sefaleti..." (sf. 225)
Kamil Beyin karakteri ile ilgili bir başka analiz.

  • "Acaba, bir gün gelip sadece düşündüğünden, mesela evladını sevdiğinden dolayı da insanları mahpusa atacaklar mı? Şimdiden okuma-yazma, tehlikeli, şüpheli sayılmaya başladığına göre, herhalde böyle “yalınkat”, böyle insanlıktan, şefkatten nasipsiz bir devir pek uzakta olmasa gerek." (sf. 276)

  • "Memleketi işgal etmiş düşmanlarla dövüşenleri asla affetmeyen acayip vatanseverlerin elinde olduğumu biliyorum." (sf. 298)
Destek olmak yerine milli mücadeleye destek olanları tutuklayan, yıldırmaya çalışan bir İstanbul idaresi. Tek gerekçe de saltanat ve hilafetin işgal kuvvetlerinin nezaretinde lağvedilmeden göstermelik bir şekilde hayatta kalacağı garantisiydi. Makam ve mevki sevdalıları kaybetti o günlerde, kaybetmeye devam edecekler bugün de.

  • "Dipdiri bir adamı, sınırsız ihtirasları, hayal etmek gücü, öfkesi, aşkı, evlat sevgisi, çalışma yetenekleriyle bir yere kapatıyorlar." (sf. 325)
Hapse atılan bir insanı çok derin bir perspektiften tasvir ediyor yazar.

  • "Hayır! Hiçbir devirde, her koyun kendi bacağından asılmamıştır zaten, hayvanlarla insanları birbiriyle ölçmekten daha aptalca bir şey olur mu? Hayvanda öyle özellikler var ki, insanda görünmüyor. Sözgelimi, hayvanı fazla sıkıştırdınız mı, ölür. İnsan kepaze oluyor. Ya da hayvanın alıştığı kepazeliğe şerefli insan alışamaz." (sf. 326)

  • "Hiçbir memleket, aydınları tarafından bu kadar kancıkça terk edilmemiştir." (sf. 327)

  • "Felâh’hın Türkçesi “kurtuluş”. Esir bir şehirde insanları secde ederek kurtuluşa çağırmak pek uygun mu düşüyor, ne?" (sf. 327)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Musul Sorunu

MUSUL SORUNU 1. Dünya Savaşı Öncesi Musul Sorunu Musul sorunu olarak tarih kaynaklarında okuduğumuz, bildiğimiz mesele tam olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış bir durum değildir. 1890 yılında 2. Abdülhamit Ermeni asıllı bir tüccarın oğlu olan Kalus Serkis Gülbankyan'a Osmanlı topraklarında petrol rezervleri ile ilgili araştırma yapması için emir verir. Madenler Bakanlığına, Musul ve Bağdat çevresinde geniş petrol yatakları olduğuyla ilgili bir sonuç gönderilir. Bunun neticesinde Sultan, o toprakları - Memalik-i Şahane - Sultanın şahsi arazisi ilan ederek yabancı güçlerin eline geçmesini engellemek ister. Böylelikle Musul sorunu,  enerji sektörünün petrole olan açlığı ve Musul'da bulunan geniş petrol yatakları sebebiyle baş göstermiş oluyor. Osmanlı Devleti'nin dış politikası gereği Alman petrol şirketleriyle bazı antlaşmalar imzalanıyor ve petrol arama çalışmaları yürütülüyor. Bir Alman şirketi olan Anadolu Demiryolları şirketi bu aramaları ...

At Üstünde Selçuklular

AT ÜSTÜNDE SELÇUKLULAR Türkler Orta Asya'dan Maveraünnehir 'e, oradan yavaş yavaş Horasan, İran ve Suriye'ye akmış, nihayet Anadolu'ya yerleşmiştir. Anadoluyu Türkleştirmiş ve İslamı bu topraklara yaymışlardır. Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamın yayılması 10. - 11. yüzyıla Selçuklular dönemine denk gelir. Öyle ki Anadolu'nun Türk yurdu olduğunu Avrupa ve Bizans'a kabul ettiren Miryakefalon Savaşı nı Selçuklular kazanmıştır. Türk tarihinde çok önemli bir yeri olan, bugün yaşadığımız toprakları ilk kez gelip yurt tutan Selçukluları biraz daha yakından tanıyalım... İslamiyet öncesi Türklerde hemen herkes savaşçı olduğu için ordu kavramı diğer milletlerden farklıydı. Ordu-Millet anlayışı dediğimiz bu sistemi Türkler devam ettirdiler. Zorunlu ve daimi olan bu askerlik anlayışı ordunun manevi gücünü ve tecrübesini diğer devletlere nazaran daha üstün kılıyordu. Ayrıca Göktürkler zamanından beri uygulanan 10'lu sistem ordu düzenini sağlamıştır....

Beyaz "Laleler" Ülkesinde - Türkiye

Grigoriy Petrov'un kayıp eseri olan Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabı tesadüf eseri bulundu. Yayınlanması için büyük uğraş verildi ve 1923 yılında kitap basıldı. Kısa süre içinde bir çok ülkede ilgiyle karşılanan bu kitap Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün de dikkatini çekti. Bu kitabı askeri ve normal okulların müfredatına koyulması talimatını verdi. Kitap, Suomi'nin nasıl yükselen bir medeniyet haline geldiğini anlatıyor. Suomi kelimesi  bataklıklar ülkesi manasında kullanılıyor o dönemde. Bugün biz Suomi'yi Finlandiya olarak tanıyoruz. Ulu Önder'in o dönemlerden bu kitabı okul müfredatlarına konulmasını istemesinin bir anlamı vardı elbette. Bu kitap Türkiye'nin yaşadığı ve gelecekte yaşayacağı sorunları bir bir ele alıyor ve çözüm yolları için bizlere ışık tutuyor. Böylelikle ileri görüşlü olan Gazi Paşa biz Türk gençliğine yol gösterecek bir başka rehber daha sunuyor. Bu yazı ile Beyaz Zambaklar Ülkesi'nin bize ne kadar benzediğini anlatmayı...