Ana içeriğe atla

Beyaz "Laleler" Ülkesinde - Türkiye


Grigoriy Petrov'un kayıp eseri olan Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabı tesadüf eseri bulundu. Yayınlanması için büyük uğraş verildi ve 1923 yılında kitap basıldı. Kısa süre içinde bir çok ülkede ilgiyle karşılanan bu kitap Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün de dikkatini çekti. Bu kitabı askeri ve normal okulların müfredatına koyulması talimatını verdi.

Kitap, Suomi'nin nasıl yükselen bir medeniyet haline geldiğini anlatıyor. Suomi kelimesi  bataklıklar ülkesi manasında kullanılıyor o dönemde. Bugün biz Suomi'yi Finlandiya olarak tanıyoruz.

Ulu Önder'in o dönemlerden bu kitabı okul müfredatlarına konulmasını istemesinin bir anlamı vardı elbette. Bu kitap Türkiye'nin yaşadığı ve gelecekte yaşayacağı sorunları bir bir ele alıyor ve çözüm yolları için bizlere ışık tutuyor. Böylelikle ileri görüşlü olan Gazi Paşa biz Türk gençliğine yol gösterecek bir başka rehber daha sunuyor.

Bu yazı ile Beyaz Zambaklar Ülkesi'nin bize ne kadar benzediğini anlatmayı amaçlıyorum. Lale Türk kültürüyle o kadar özdeşleşmiş bir çiçektir ki Orta Asya'nın bozkırlarından Anadolu topraklarına, oradan Avrupa'ya yayılmasına kadar her daim Türk'e yoldaşlık etmiştir. Bu nedenle yazının başlığı Beyaz "Laleler" Ülkesinde olarak belirledim. Umarım faydalı bir yazı olur...


 Ülkeyi yöneten kişi ve onun ideolojisi üzerinden ülkeye ve halka verilen zararın tek sorumlusu o liderin kötü olması veya ideolojisinin yanlış olması değil, halk kitlelerinin cahil ve ruhsal olarak yeterli olgunluğa erişememiş olmasıdır. Türkiye için bu paragrafı ele alırsak, Lenin yerine, Bolşevizm yerine, Leninizm yerine koyacak doğru terimler şuan mevcut olduğunu söylemek, ülkemizin ne kadar güç bir durumda olduğunu görmemize yardımcı olacaktır.


 Finlandiya'nın hemen yanı başındaki bu kötü Rusya örneği vardı. Fin halkı da aynı durumdaydı. Bu durumu kabullenmeyen, Fin halkının kalkınması için kendini bu davaya adayan bazı aydınlar vardı. Bunların en önemlileri Snelman, Löntrot ve Runeberg'di. Bizde ise bu aydınlanma dönemi, işgalden kurtulan ve bağımsızlığını kazanan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarına denk geliyor. Bu aydınlanma hareketinin başında da Reis-i Cumhur Gazi Mustafa Kemal Atatürk vardı.


Snelman, kaybedecek çok şeyi olan insanların tasasının vatan olamayacağını, nitekim okumuş, makam sahibi kişilerin aksine halkın öz benliğinin bu vatan davasına kendini adayacağını söylüyordu. Bugün Türkiye'de yaşanan milli meselelerde kendini feda eden asker, polis oluyor. Bu kimseler, Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş olan, halkın bizzat kendi öz benliğinden başka bir şey değildir.



Yeni nesillerle birlikte yeni fikirler yeşerir. Cumhuriyet, Osmanlı'nın son dönemlerinde filizlenen Meşrutiyet, demokrasi, özgürlük, halk iradesi gibi düşüncelerin ürünüdür. Cumhuriyet yönetimi sayesinde, dağın tepesinde, köyün birinde, viran bir şehirde oturan bir çocuk, azmettiğinde devletin en yüksek mevkilerine bile gelebilir. Monarşilerde eğer soylu bir ailen yoksa, köylü olmaya, cahil kalmaya mecbur kalıyordu insanlar. Oysa demokrasilerde liyakat esastır. Eğer bir işte iyiysen kimin oğlu kimin tanıdığı olduğun önemsizdir. Bunu devlet kademesinde esas kıldığımız gün, yükselen bir medeniyet olacağımız gün gibi ortadadır.




Tarihte bazı devletler ve halklar zor dönemlerden geçmişlerdir. Bu dönemlerde yaşananlar ve bu zor zamanlara sebep olan gelişmeler, gelecek nesillere ve gelecek devletlere örnek teşkil eder. Tecrübe katar. Tedbir almayı sağlar. Mesela Arap Baharı sonrası Tunus,Cezayir,Libya,Mısır,Ürdün,Yemen,Suriye,Irak gibi ülkelerin yaşadıkları Türkiye'ye tecrübe olmalı. Tedbir almaya götürmeli. Bu Arap Baharının sebebi  neydi? Bu ülkelerde tutuşan ateş neden kaynaklanıyordu? Demokrasi ! Özgürlük ! Tek adama karşı olan halk hareketleri bütün Kuzey Afrika ve Orta Doğuyu yangın yerine çevirdi. Bu tek adamlar yıllarca ülkelerinde baskı politikalarıyla %90 oranlarında oy aldı fakat neticesinde halk tarafından linç edilerek, idam edilerek tarihe karşı işlemiş oldukları suçların hesabını verdiler. Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin bu ateşten henüz etkilenmemiş olmasını demokrasiye borçluyuz. Ortak akıla borçluyuz. İstişareye borçluyuz. Umarım bu demokratik düzen daha da güçlenerek devam eder. Yok edilmeye çalışan bu demokrasimiz, umarım tüm baskı ve yok etme çabalarına rağmen hayatta kalır...



Ülkelerin başındaki lider, o dönemdeki halkın yansımasıdır. Halkın çehresi nasılsa, halkın aynası olan lider de aynı şekildedir. Bugün Türkiye'yi yönetenler de halkın hastalıklı ruhunun bir tezahürüdür. Bu hastalık Türkiye'yi yok etmeden bir an önce tedavi etmemiz, halkı bu hastalıktan kurtarmamız gerekiyor. Bu hastalık cehalet hastalığıdır. İlacımız kaliteli eğitim ve bilinçlendirme hareketi olmalıdır.




Carlyle diyor ki; "Halk kitleleri cansız bir balçıktan ibarettir. Bir heykeltıraş eli değmedikçe bir şekle giremezler." Türk milleti bir balçık mıdır? Bir lider olmadan, bir yol gösterici çıkmadan yolunu bulamayan, şimşekler çaktıramayan bir millet midir?  Mustafa Kemal gibi bir lider çıkmasaydı, o el bu milletin gönlüne dokunmasaydı, balçık olarak, işe yaramaz, yok olmaya mahkum bir millet olarak kalacak mıydık?





Tolstoy ise daha farklı düşünüyordu. Halk kitlelerinin bulut yığını olduğunu söylüyordu. Elektrik ile yüklenen halk kitleleri nihayetinde şimşekler yaratır diyordu. Elektrik ile yüklenemeyen halk kitleleri ise şimşekler yaratmaktan her zaman aciz kalacaktır diyordu. Türk milleti de bir bulut gibidir. Zor zamanlarında elektrik ile yüklenen bir millettir. Şuan bir yıldırım yaratamıyorsak bu yüksüz olduğumuzdandır, balçık olduğumuzdan değil. Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahvadı olan Türk milleti, elbet bir gün tekrar elektrikle yüklenecek ve o yıldırımları yaratacaktır !




Eskiden insanlar bir kusur işlediği zaman utanırdı. Mal varlığı bir övünç kaynağı olamayacağı gibi , yoksulluk da bir utanç kaynağı olamaz. Fakat bugün en büyük sorunlarımızdan biri - özellikle Türk gençliğinin - yoksulluktan utanmak ve aşırı derecede özenmek. İnsanlar ihtiyacı olmayan şeylere ihtiyacı varmış gibi davranarak hem ekonomik hem de sosyal yönden kendilerini yoksul hissederek gereksiz bir aşağılık hissini kendilerine layık görüyorlar. Buna bir dur dememiz lazım. Üretmeden tüketen toplumlar yok olmaya veya dış ülkelere bağımlı olmaya mahkumdur.





"Aydın olmak takım elbise giymektir." Bu bizim ülkemizde aydın olmanın gerekliliği gibidir. Oysa aydın olmak; bilime, sanata uzak kalan halk kitlelerinin zihnini, vicdanını harekete geçirmektir. Aydınlığa giden yolda onlara ilk adım olmaktır. Düşünce sistemlerini bilimsel bir altyapıya oturtmalarını sağlamaktır. Onlara bu yolda ihtiyaç duydukları enerjiyi sağlamaktır. Motivasyonlarını yükseltmektir. Onları hayatın içine katmaktır. Fakat ne yazık ki bizim ülkemizde bu aydın kesim kendisini halktan o kadar soyutlamış durumda ki, insanlar bu aydın kimselerin yanında kendilerini ezilmiş ve aşağılanmış görüyorlar. Hiçbir şey söylemeden dahi bakışlarıyla halk kitlelerini ezen sözde aydınlar asla ve asla gerçek aydın olamamış ve olamayacaktır. Gerçek aydın halkın içinden geldiğini unutmayan, halkın gelişimine kendini adayan kimselerdir.





Halk kitlelerini bilinçlendirmek üzere yola çıkan aydın kimseler bu yolda bir çok zorlukla karşılaşacaktır. Fakat aksini hayal ederek bu yola çıkmak zaten ahmaklık olur. Bu yolda ödenecek olan bedeller gerekli ve katlanılması durumunda güzel sonuçların doğmasına neden olacak sıkıntılardır. Neticesinde miskinlikten kurtulacak olan bir halk kitlesi vardır.





Oturduğu yerden halkın cehaletinden yakınan insanlara şunu sorun : " Bu halk kitlesinin aydınlığa kavuşması için ne yaptın?" Eğer bu soruya verecek iyi bir cevabı yoksa kimsenin bu konuda halkı da eleştirmeye hakkı yoktur. Aydınlar veya aydın olduğunu düşünenler, halkın elinden tutmadıkça, onların karanlığına ışık olmaya çaba göstermedikçe asla gerçek bir aydın olamayacaktır.







Halk içinde din adamlarını suçlayanlar vardır. Fakat bu din adamları halkın içinden gelen Ahmet, Mehmet'ten farklı kimseler değildir. Halk kitleleri kendilerinin taşımadığı erdemleri sebepsizce din adamlarından bekliyorlar. Bizim ülkemiz için de geçerli bu durum. İnsanlar kendilerinde olmayan bir çok erdemli davranışı diğer insanlardan ve özellikle din adamlarından bekliyorlar. Fakat özünde aynı hamurun farklı ürünleri olduklarının farkında değiller.








İsveç yönetimi altında Fin halkı zor zamanlardan geçmişler. Bu dönemlerde İsveç'in kötü memurları, kötü subay ve yöneticileri Finlandiya'ya sürülmüş. İsveç yönetimi altında olan Fin halkı da bu kötü yöneticilerin yapmakta olduğu zulümlere maruz kalmışlardır. Bu bıkkınlık Fin halkının kendi kaderlerini kendi belirleme arzusunu perçinledi. Türkiye'nin yakın tarihte Güneydoğu ve Doğu Anadoluyu sürgün yeri olarak görmesi de bu meseleye örnek teşkil etmektedir. Memurlar, subaylar, yöneticiler sürgün yeri olarak gönderildikleri o bölgelerde halk tarafından sevilmediler. Bu da bölge halkını umutsuzluğa ve mutsuzluğa itti. Yapılması gereken en iyi personeli oraya göndermek ve yöre halkını kazanmaktır. Çünkü halkı devlete bağlı olmayan bir bölgeyi kimse o devlete bağlı kılamaz.











Ordu bir milletin belki en önemli unsurudur. Ordusu güçlü olmayan milletler tarih sahnesinden çabuk silinir veya bağımsız bir millet olma özelliklerini yitirirler. Nitekim tarih boyunca Türklerin hiçbir zaman başka bir devletin boyunduruğu altında yaşamamış olmasının en önemli sebebi ordusunun milli ve güçlü olmasındandır.
Ordudaki subaylar, erlerin ve diğer astlarının sadece komutanı değildir. Onların iyi bir vatandaş olarak yetişmesinde de katkı sağlayan bir yetiştirici bir öğretmendir. Bu nedenle ordudaki subayların kalitesi ne kadar yüksek olursa ordunun kalitesi de o kadar fazla olacaktır.






Bir çocuğun ailede aldığı eğitimden daha önemli bir eğitim yoktur. Bir kişinin gelecekte nasıl bir karaktere sahip olacağını en çok etkileyen şey ailede aldığı eğitimdir. Bu eğitim netice itibariyle toplum yapısını, toplumun eğitim ve gelişmişlik düzeyini ve nihayet devletin geleceğini etkiler. Eğer kötü bir çocukluk dönemi geçiren bireyler devlet kademelerinde makam sahibi olursa o devletin idaresinde ciddi sıkıntılar meydana çıkacaktır. Nitekim ülkemizin de büyük sorunlarından biri gerek aile gerek ilkokul eğitiminin yetersiz ve yanlış olmasıdır. Özgüveni yüksek, bilim ve teknolojiye ilgili, çağın gerektirdiği temel değerler haricinde bir alanda uzmanlaşabilecek bireyler yetiştirmeyi görev edinmeliyiz. Bu toplumsal gelişmeyi ve devlet olarak kalkınmayı da beraberinde getirecektir.






Adalet kavramı yok olduğunda orada insani hiçbir değer kalmayacaktır. Adaleti aksatanların yanı sıra bu adaletsizlik karşısında sessiz kalanlar da yine bu adaletsizliğe sebep olanlar kadar sorumlu olacaktır. Bugün ülkemizde belki milyonlarca insan adaletsizlikten yakınmakta. Bu durum insanların devlete olan inancını ve bağlılığını azaltacak belki bir noktadan sonra kendi adalet sistemini kurmaya kadar götürecektir. Devlet olgusunun ortaya çıkış mantığına baktığımızda, adalet ve güvenlik temel kavramlar olacaktır. Devlet adalet ve güvenliği sağlayamadığında hukuken bir hükmü kalmayacaktır. Ayrıca geç kalmış olan adaletin de bir hükmü yoktur. Adalet zamanında sağlanırsa bir geçerliliği olur. Aksi taktirde bireyleri sisteme bağlı kalmaya itecek hiçbir güç olmayacaktır.









Fin halkının kalkınması sırasında kurulan bir sistemle en ıssız köylere dahi kitaplar gönderilmeye uğraşılmış. Bugün bizim ülkemize baktığımızda 1 kişiye düşen kitap sayısı 7,3. Peki okuma oranı? UNESCO ' nun araştırmasına göre Avrupa'da kitap okuma oranı %21 , Türkiye'de ise %0,01. Bu acı tabloyu düzeltmeden Türkiye'nin kalkınması mümkün değildir. Bilimsel bir buluşa imza atmamız hayalden ötedir. Çocuk yaştan itibaren ilgi alanları ustalıkla tespit edilmeli ve insanlarımıza kitap okuma alışkanlığı aşılanmalıdır. Aksi taktirde karanlığa doğru sürüklenmekten, toplumumuzun cahil kalmasından kurtulamayacağız.







Fin halkının kalkınmasında büyük bir etkisi olan Snelman toplumun üst kısmına kızıyordu, çünkü kendileri için çok lüks olan ihtiyaçları bile zorunlu görürlerken halkın temel ihtiyaçlarına kulak tıkıyorlardı. Halk kitlesine de kızıyordu, çünkü bu duruma o kadar çok sabır gösteriyorlardı ki sistemin değişmesi için hiçbir gayret göstermiyorlardı. Bu durum da düzenin bu şekilde ilerlemesine, çarkların bu şekilde dönmesine yol açıyordu.
Bizim ülkemiz için de bu böyle değil mi? Gündelik hayattaki temel ihtiyaçlarını dahi güç bela karşılayan yoksul halkımız, televizyonda ünlülerin hayatını magazin haberlerinden zevkle takip ediyor. Onların lüks ihtiyaçlarına imrenerek bakıyor. Onlar için üzülüyor. Oysa o lüks ihtiyaçlar zaruri değil. Emeğinin karşılığını alamayan yoksul kesim bu duruma aşırı derecede sabır gösteriyor. Milletimizin genlerinde taşıdığı bu yüksek dayanıklılık gücü, bizleri bu sistemi değiştirmek konusunda oldukça güç duruma sokuyor. Halk kitlesinin haksızlıklar karşısında ayaklanması ve hakkını araması gerekmektedir. Üst sınıfın lüks ihtiyaçlarının yerine kendi temel ihtiyaçlarının öncelikli olması gerektiğini devlete kabul ettirmelidir. Örnek verecek olursak yatlardan mazot vergisi alınmazken, çiftçilerin mazotundan yüksek vergiler alınıyor. Bu sisteme halk tepki koymadığı taktirde üst kesim halinden memnun yaşamaya devam edecektir.












Biz ilkel bir halk değiliz. Tarih yazılmaya başladığından beri tarih sahnesinde olan bir milletiz. Fakat ilkel toplumların sahip olduğu bazı kötü özellikleri bizler de bünyemizde barındırıyoruz. Sahip olduğumuz değerleri doğru kullanamıyoruz. Ülkemizin yeraltı ve yer üstü zenginlikleri saymakla bitmiyor. Fakat bunları kullanmaya geldiğimizde dış dünyaya ihraç ettiğimiz ürün sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında mercimek tohumu ihraç ettiğimiz Kanada'dan bugün mercimek ithal ediyoruz. Fındık ihraç ettiğimiz Avrupa'dan on katı fiyatına Nutella ithal ediyoruz. Kısacası ham madde ihraç edip işlenmiş ürün ithal ediyoruz. Elimizdeki kaynakları, başkalarına kullandırarak kendi değerlerimizi doğru kullanamıyoruz. Bir şekilde doğru hamleleri atarak ve teşvikleri sağlayarak ülkemize bu zenginlikleri kazandırmalıyız. İhracatı ithalatından az olan bir ülke olmaktan kurtulmalıyız. Diğer türlü dışa bağımlı bir ülke olmaktan kurtulamayız.








Bizim Almanlar,Fransızlar,İngilizler,Amerikanlar,Ruslar,Çinliler'den kat ve kat daha fazla azimle çalışmamız gerekiyor. 18. yüzyılda sanayi devrimini yakalayamayan Osmanlı'nın sonu nasıl geldiyse bugün 21. yüzyıl teknoloji devrimini yakalayamayan Türkiye olursak bizim de sonumuz gelecektir.







Genç insanlarımızın bir fikre tutunması gerekiyor. Ülkenin gelişmesi için çalışmak, daha modern ve daha özgür bir ülke haline gelebilmemiz için genç neslin bunu dert edinmesi olmazsa olmaz. Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün "Bütün ümidim gençliktedir." demesinin altında yatan neden budur. Eğer genç nesil dünya zevkleri peşinde koşup bir işin ucundan tutmak gayretini göstermezse o ülkeler geri kalmaya mahkum kalır. Bizim de genç neslimizi kazanmaya, onları ülkenin geleceği için azimle çalışmaya teşvik etmeye ihtiyacımız var.








Bazı insanlar vardır, devletçiliği veya milliyetçiliği aşırıya kaçırdıklarından gerçekleri göremezler. Neyin ülke için iyi neyin kötü olduğuna sağlıklı karar veremezler. Aşırı derecede bir fikre, bir insana  bağlı olan insanlar ülke menfaatini düşünürken bu fikir ve ideoloji ile hareket ederler. Bu da oldukça tehlikeli bir durumdur. Benimsenen kimsenin veya fikrin ülkeye vereceği zararı görmezden gelmek durumunda kalırlar. "Ne yaparsa yapsın iyidir." düşüncesinden insanlarımız sıyrılmadığı sürece olgun bir toplum haline gelemeyeceğiz. Üzerine geri gitmekten de ülkemizi kurtaramayacağız. Bu nedenle bir fikir bir insan bizim rehberimiz olabilir fakat körü körüne bir fikre ve insana bağlanmak felaketlerle sonuçlanabilir. Mantık, bilim ve vicdan bizim temel değerlendirme araçlarımız olmalıdır.




Sömürülen bir halk, kötü giden bir yönetim, yozlaşan bir toplum, yok olan bir düzen varken hiçbir şey yapmadan yaşamını sürdüren insanların vicdanına seslenmek gerekiyor. "İçiniz rahat uyuyabiliyor musunuz?" sorusunu sormak gerekiyor. Türlü devlet kademelerinde, üniversitelerde, orduda,yargıda, memuriyette görevli olan binlerce insan, bu kötü gidişe neden dur diyemiyor? Neden bireysel de olsa bir mücadele vermiyor? Kendi vicdan muhasebelerini yaparlarken "Ben üzerime düşeni yaptım." diyebiliyorlar mı?










Fin halkının kalbini kazanan bir doktora yazmış olduğu bu satırlar insanın kalbine dokunuyor. Acaba bizim bu tarz övgüler düzebileceğimiz kaç devlet adamımız oldu? Kaç doktorumuza bu derece sevgi besledik? Kaç öğretmenimiz bu övgüleri hak edecek kadar emek harcadı?
Bizim bu övgüleri hak edecek insanlar yetiştirmeye ve onları en yüksek mevkilere getirmeye ihtiyacımız var.








İnsanlarımızın yaşamsal ihtiyaçları dahi sıkıntı içindeyken dini ayinlerin yoğunlaştırılması ne kadar doğrudur? Misal fen liselerine ayrılan bütçenin beş katı kadar bütçenin imam hatip liselerine ayrılmasının ne gibi bir mantığı olabilir? Hastahane, okul gibi kurumların yetersizliği ortadayken hala daha ısrarla cami yapmanın mantığı nedir? Türkiye'de 60 bin kişiye 1 hastahane düşerken 350 kişiye 1 cami düşüyor. Sanat okullarını, tiyatroları kıyaslayamıyoruz bile. En temel ihtiyaç olan hastahane ile kıyaslayınca böyle bir tablo ortaya çıkıyor. Hızla fen liselerinin sayısı artırılmalı, hastahanelerin sayısı ve kalitesi artırılmalı. Ülkenin kaynakları ihtiyaçlar doğrultusunda kullanılmalı.


















Aydın kesimin insanları aydınlatması için önce kendisinin yanması gerekiyor. Bu ilim ışığı ile halk kitlelerini yavaş ve sabırlı bir şekilde önce uyandırması, daha sonra harekete geçirmesi gerekiyor. Bunu yaparken karşılaşılan zorluklar daha da teşvik edici gelecektir. Türkiye'nin geleceğine umutla bakmak istiyorsak herkesin üzerine düşeni yapması gerekiyor. Vicdani olarak gece başımızı yastığa koyduğumuzda veya son nefesimizi verirken " Ben üzerime düşeni yaptım." diyebilmek bizim yegane amacımız olmalı.

"Muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur !"
                                                                           
                                             M. Kemal Atatürk


Burak Kuru

03.05 / 20.03.2017 / Pazartesi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Musul Sorunu

MUSUL SORUNU 1. Dünya Savaşı Öncesi Musul Sorunu Musul sorunu olarak tarih kaynaklarında okuduğumuz, bildiğimiz mesele tam olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış bir durum değildir. 1890 yılında 2. Abdülhamit Ermeni asıllı bir tüccarın oğlu olan Kalus Serkis Gülbankyan'a Osmanlı topraklarında petrol rezervleri ile ilgili araştırma yapması için emir verir. Madenler Bakanlığına, Musul ve Bağdat çevresinde geniş petrol yatakları olduğuyla ilgili bir sonuç gönderilir. Bunun neticesinde Sultan, o toprakları - Memalik-i Şahane - Sultanın şahsi arazisi ilan ederek yabancı güçlerin eline geçmesini engellemek ister. Böylelikle Musul sorunu,  enerji sektörünün petrole olan açlığı ve Musul'da bulunan geniş petrol yatakları sebebiyle baş göstermiş oluyor. Osmanlı Devleti'nin dış politikası gereği Alman petrol şirketleriyle bazı antlaşmalar imzalanıyor ve petrol arama çalışmaları yürütülüyor. Bir Alman şirketi olan Anadolu Demiryolları şirketi bu aramaları ...

At Üstünde Selçuklular

AT ÜSTÜNDE SELÇUKLULAR Türkler Orta Asya'dan Maveraünnehir 'e, oradan yavaş yavaş Horasan, İran ve Suriye'ye akmış, nihayet Anadolu'ya yerleşmiştir. Anadoluyu Türkleştirmiş ve İslamı bu topraklara yaymışlardır. Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamın yayılması 10. - 11. yüzyıla Selçuklular dönemine denk gelir. Öyle ki Anadolu'nun Türk yurdu olduğunu Avrupa ve Bizans'a kabul ettiren Miryakefalon Savaşı nı Selçuklular kazanmıştır. Türk tarihinde çok önemli bir yeri olan, bugün yaşadığımız toprakları ilk kez gelip yurt tutan Selçukluları biraz daha yakından tanıyalım... İslamiyet öncesi Türklerde hemen herkes savaşçı olduğu için ordu kavramı diğer milletlerden farklıydı. Ordu-Millet anlayışı dediğimiz bu sistemi Türkler devam ettirdiler. Zorunlu ve daimi olan bu askerlik anlayışı ordunun manevi gücünü ve tecrübesini diğer devletlere nazaran daha üstün kılıyordu. Ayrıca Göktürkler zamanından beri uygulanan 10'lu sistem ordu düzenini sağlamıştır....