Halil İnalcık Hoca'nın Osmanlı Devleti üzerine hazırlamış olduğu kitap serilerinin ilki olan Devlet-i Aliyye -1-, Osmanlı Devleti'nin kuruluş geleneği, toplumun yapısı, nüfusu ve daha birçok konu ile ilgili ayrıntılı bilgiler içeriyor.
"Dünya tarihinin ve Türk tarihinin en büyük sorularından biri, 14. yüzyılda Batı-Anadolu'da ortaya çıkan bir Türkmen beyliğinin yarım yüzyıl içinde Tuna'dan Fırat'a kadar uzayan bir imparatorluk halinde gelişmesi sorusudur."
Türk tarihinin şüphesiz en karanlık dönemlerinden biri de Anadolu Türkmen beylikleri dönemidir. Anadolu topraklarında süren siyasi belirsizlik ve savaşlar neticesinde bölgenin kaderi belli olacaktı. Bu süreçte aktörler, Türkmen beylikleri, Selçuklu Devleti, İlhanlılar dediğimiz İran Moğolları, Bizans İmparatorluğu ve Haçlılardı.
"Osmanlı Beyliği'nin ortaya çıkışını, 13. yüzyılın ikinci yarısında Orta-Anadolu'daki gelişmeler ve Batı-Anadolu'da Bizans toprakları üzerinde gazi Türkmen beyliklerinin kuruluşu süreci içinde incelemek gerekir."
"Bu süreci üç temel etken belirlemiştir:
İlkin bir demografik devrim, Oğuzların, yani Türkmenlerin Anadolu'ya sürekli yoğun göçleri ve Selçuklu saltanatının kuruluşu, ikinci olarak Moğol istilası ve egemenliği altında Türk-İslam gaza hareketinin yeni bir ivme kazanması ve nihayet Denizli, Antalya, Ayasoluk ve Bursa'nın milletler arası pazarlar durumuna yükselerek Türkiye'nin dünya ticaret yolları üzerinde önemini korumuş olması."
"Oğuzların/Türkmenlerin batıya büyük göçleri başlıca iki aşamada olmuştur; birincisi, Türkmenlerin Selçuklular önderliğinde 1020'lerden başlayarak Azerbaycan'ı istila etmeleri ve Anadolu'ya akınları ve nihayet Büyük Selçuklu sultanı Alparslan'ın 1071'de Malazgirt zaferiyle Bizans Anadolu'sunu istilaya açmasıdır."
"Bizans direnci yıkıldıktan birkaç yıl sonra Türkmenler Ege Denizi'ne kadar tüm Anadolu'yu istila ettiler. Ruh Ahali kıyılara kaçıyor veya şehirlerde yeni gelenlerle uzlaşma içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. "
"Bu istila Anadolu tarihinde kesin dönüm noktalarından biridir."
"İran'da Büyük Selçuklu Devleti'nin çöküşü ve Harezmşahlar'ın yükselişi döneminde 12. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu'ya yeni bir Türkmen göçü kaydedilmiştir. Asıl ikinci büyük göç, 1220'lerden sonra doğudan gelen yıkıcı, acımasız Moğol istilası sonucu Türkmenlerin Orta-Asya'dan ve yoğun yerleşme merkezleri olan Azerbaycan'dan Anadolu'ya göçleridir."
1020 yılından itibaren başlayan yoğun Oğuz Türkmen boylarının göçleri neticesinde önce Azerbaycan'ın daha sonra Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu coğrafyasının demografik yapısı değişmeye başlamıştı. Artık yoğun göçler ve istila neticesinde bu bölgeler Türkmen coğrafyası haline gelmişti. Öyle ki, 12. yüzyılda Marco Polo Anadolu'dan Turcmenia olarak bahsediyordu. Daha sonra diğer gezginler de bu coğrafyaya Türk vatanı anlamında bazı adlandırmalar yaptılar. Turcia, Turcmenia, Turkei, Turkie gibi isimlendirmelerle Anadolu coğrafyasının Türk yurdu olduğunu ifade ettiler. Bu da gösteriyor ki bugün Anadolu coğrafyasına Türkiye denmesinin sebebi bizim adlandırmamız değil, yabancıların bu bölgeyi Türk yurdu olarak ifade etmelerinden kaynaklanmaktadır.
"Türk geleneğinde savaş eri olarak gazîde bulunması gerekli on karakter sayılır: cesaret, yılmazlık, kendine güven, güçlülük ve savaşganlık, atılganlık, dayanıklılık, yerinde metanetle durma, sabırlılık, fırsatları kollama, yoldaşına vefa vasıflarıdır; bunlar Dede Korkut, Danişmendname gibi Türk destanlarında kahramanların vasıflandırmasında belirlenmiştir."
"Eski Türklerde beyliği ancak Tanrı bağışlar inancı vazgeçilmez bir gelenekti."
Hun İmparatorluğundan Göktürklere, Selçuklulardan Osmanlılara değişmeyen bir gelenek de yönetme iradesini ancak Tanrı'nın hakana bağışlayacağı düşüncesiydi. Bu nedenle Türk devletlerinde belirli bir veraset sistemi yoktu. Yani devleti kimin yöneteceğini belirleyen bir yasa yoktu. Hakan, Kağan, Sultan yönetme erkini kendi çabalarıyla elde ederdi. Bu da ancak Tanrı bahşederse gerçekleşirdi. Bu inanışın kökü Gök Tanrı inancına dayanmaktadır. Kut inancına göre hakan Tanrı'nın yeryüzündeki temsilciydi.
"Orta-Asya bozkır imparatorluklarında, Türklerde alplar, Moğollarda noyanlar soylu ailelerden gelen kumandanlardı. Moğollarda noyanlar, aristokrat ailelerden bagatur (Türkçe bahadır) unvanı taşırlardı. Osmanlılarda alplar, aynı zamanda bahadır unvanı taşırlar. Bu alplar, her biri kendi yurtluğunda, kendi kumandası altındaki gazilerle kendi uç bölgesinde akın yapar."
"Osman Gazi de, kuşkusuz başlangıçta bu alplardan biri idi. Onu ötekiler arasında seçkin duruma getiren özellik, bir Vefa-i Baba-i tarikat halifesi olarak uc'a gelen Şeyh Ede-Bali'nin yakınlık ve "berekatı" olmuştur."
Osman Gazi, babası Ertuğrul gibi bir gaziydi. Üstün vasıfları sayesinde iki ağabeyinin önüne geçerek Osmanlıların lideri, beyi olmuştu. Devletin kuruluş aşamasında ise Fakıhlar ve Ahilerin desteğini almıştı. Bu şekilde devlet teşkilatlanmasını hızlandırmış ve kalıcı hale getirmişti.
"1337 yılında artık Osmanlı Beyliği'nin sınırları, Gebze ve İzmit'i de içine alarak Karadeniz'e kadar uzanıyordu. Bursa, İznik ve İzmit gibi Bizans'ın üç büyük şehrini ele geçirmesi, Osmanlı'nın varlığını artık tamamen bağımsız bir devlet olarak sürdürecek güce ulaştığını gösteriyordu.
Orhan Gazi, hicri 736, yani 1336 yılında gümüş sikke bastırarak, bağımsızlığını ilan etti.
Osmanlılardan sultan unvanını alan ilk bey, Orhan Gazi'dir. Ondan önce bütün beyler emirü'l-kebir yahut bey unvanını kullanırdı. 1336 yılında İlhanlı hükümdarı Ebu Said'in İran'da ölmesi ve çocuğunun olmaması imparatorluğun dağılmasına neden olmuştu."
İmparatorluklar döneminde hanedan o kadar önemliydi ki, bir hanedanın soyu tehlikeye girdiğinde büyük tehlikeler yaşanıyor, hanedan soyu tükendiğinde imparatorluklar dağılabiliyordu.
"Türk-Moğol geleneğini izleyen Osmanlılarda, hükümdarlık için bir veraset kanunu yoktu. Kimin tahta geçeceğini olaylarla Tanrı'nın iradesi belirlemelidir. Murad, büyük oğul olarak, en ileri uca, ordunun başına gönderilmişti. Bu durum kendisi için, hukuken olmasa da fiilen saltanatı garanti etmekteydi."
"Şehzade Murad ve lalası Şahin 1361 tarihinde Edirne'yi almışlardır. Yani Murad bu fethi, şehzadeliği zamanında başarmıştır."
"Moğollara karşı uzun bir mücadeleden sonra Selçuklu sultanlarının eski payitahtı Konya'da kesin olarak yerleşen Karaman oğulları kendilerini, Saltanat-i Rum'un, yani Selçuklulara ait Anadolu Sultanlığı'nın varisi ve diğer uc beylerinin hamisi sayıyorlardı."
"Karaman oğullarının Konya Selçuklu payitahtını ele geçirmiş olmalarına karşı Osmanlılar İznik'e sahip olmaları dolayısıyla Selçukluların varisi olduklarını iddia ediyorlardı."
"Karaman-Osmanlı mücadeleleri özellikle Hamid-ili mirası üzerinde toplanmıştır."
Karamanlılar ve Osmanlılar, Selçuklu Saltanatı üzerinde hak iddia ediyorlar ve varis oldukları konusunda birbirleriyle yarışıyorlardı. Karaman oğulları Konya şehrine sahip oldukları için bu hakkı kendinde görüyor, Osmanoğulları ise Selçuklu Devleti'nin ilk başkenti olan İznik ellerinde olduğu için hak iddia ediyordu. Bu anlaşmazlık esasında Anadolu Türkmen beylikleri üzerinde otorite kurma hakkının kime ait olacağı mücadelesiydi. Nitekim bu anlaşmazlık neticesinde Osman oğulları soyunun Kayılara dayandığı iddia edilmiş ve bu hakkın tarihsel bir hak olduğu ima edilmişti.
"Aşırı merkeziyetçiliğin doğurduğu tepki, Bayezid'in düşmesine sebep olan nedenlerin başındadır; fakat sonradan bu kullar, merkezi imparatorluğun ihyasında büyük bir faktör olacaklardır."
"Özetle, imparatorluğun yeniden birliğe kavuşmasında en büyük rolü, kapıkulları ve merkezi bürokrasi oynadı."
Bayezid'in Timur'a yenilmesi ile Anadolu'da siyasi bir boşluk doğdu. Ankara Savaşı'nın kaybedilmesinde Bayezid'in aşırı merkeziyetçi tutumu önemli bir etki yapmıştı. Merkezin baskılarından usanan Anadolu Türkmen beylikleri Timur'un tarafını tutunda Bayezid'in yenilgisi kaçınılmaz oldu. Fakat daha sonra Mehmet Çelebi'nin tahta çıkışında ve devletin yeniden teşekkülü sırasında bu merkeziyetçiliğin sağladığı getiriler büyük öneme sahip olmuştu.
"Osmanlı Devleti'nin kamu hizmetleri fikrinden uzak olduğu, yalnız tebaayı istismar fikrine bağlandığı iddiası tamamen yanlıştır. Reayanın refahı bir din vazifesi olarak benimsenmiştir."
"Avrupa'da umutsuz duruma düşen her devlet son çare olarak Osmanlılardan yardım alacağını söylemekle düşmanını korkutmaya çalışıyor, yahut sık sık değişen koalisyonlar, Osmanlılara karşı Haçlı Projesi adı altında gizlenmeye dikkat olunuyordu."
"1497'de Fransız-Venedik ittifakına karşı Milano, Ferrara, Mantua ve Floransa, Bayezid'e baş vurdular."
14. ve 15. yüzyılda kuşkusuz Avrupa siyasi hayatının meşgul olduğu her konuda bir Osmanlı izi vardı. Devletler birbirlerine karşı bir ittifak arayışında olduğunda mutlaka Türklerden yardım istemek yoluna gidiyorlardı. Osmanlı desteğini arkasına alan Avrupa devleti rakiplerinin tehditlerini savuşturmakta başarılı oluyorlardı. Ya da oluşturulan siyasi birliklerin amacı Osmanlı Türklerini doğu Avrupa'dan ve Anadolu'dan atmak oluyordu.
"Dulgadır Türkmenleri, kendilerini tahrire gelen devlet memuru ve adamlarını bir gecede yok etmişlerdi. Bazı aşiret beyleri, hala "Osman oğlu" diye andıkları Osmanlı hükümdarını, kendileri ile denk sayarlardı. Osmanlı Devleti, tarım ekonomisine dayanan, büyük gelir kaynakları çiftçi kitlelerinin üretimine bağlı bir devlet sıfatıyla, göçerlerin mevsimlik göçlerine karışıyor ve yaptıkları zararlara karşı cezalar koyuyor, yağmaları şiddetle cezalandırıyordu."
"Özetle Yörükler, kendi ekonomik faaliyetlerini ve hayat sahalarını kısan, aşiret hukukuna ve adetlerine önem vermeyen Osmanlı rejimini bir baskı rejimi olarak görüyorlardı. Şeriatı, padişahın kanunlarını ve merkezi idareyi temsil eden kadıları ve kulları düşman gibi görüyorlar, Sünni İslamiyeti temsil eden rejime karşı İslamiyetin kendi kabile adetlerine ve Şamanist inançlarına uygun bir şeklini telkin eden heterodoks derviş tarikatlarına fanatik bir bağlılıkla bağlanıyorlardı."
Anadolu'daki Türkmen beylikleri Osmanlı beyliğinin yükselişine, devlet haline gelişine rağmen hala kendilerini Osmanlı ile eşit görüyorlardı. Öyle ki, devlet memurlarına karşı çıkıp kendi yasalarını uyguluyorlardı. Bu durum Osmanlı'nın bazı kati kararları sonucunda konar göçerliğin yasaklanması, yerleşik hayata zorla tatbik edilme, aşiret yaşamının bitirilmesi gibi neticeler doğurmuştu. Osmanlı, kendisine rakip bir hanedan, beylik istemiyordu.
"Osmanlılar, Doğu-Anadolu yaylalarındaki kalabalık Türkmen ve Kürt aşiretlerini iki ayrı ulus halinde örgütlediler. Türkmenler Boz Ulus, Kürtler Kara Ulus adı altında birleştirildi. Kürtler, Sünni Şafii idiler. Fakat Alevi olan Türkmen kabileleri İran Safevilerinin esas kuvvetini oluşturmak üzere o tarafa çekilmeye başladılar ve bölgede zayıfladılar. İran'a hakim olan Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen hanedanları, devletlerini ilkin Doğu-Anadolu'daki Türkmenlerle kurmuşlardı. "
"Klasik hilafet görüşü, 1258'de Bağdat'ın Moğollarca işgali ve Abbasilerin yok edilmesi üzerine her İslam sultanı tarafından taşınan genel bir unvandan başka bir şey değildi ve eski anlamını tamamen kaybetmişti."
"Kanuni Süleyman da cülusunda Mekke şerifine gönderdiği namede, Allah'ın kendisini saltanat tahtına ve hilafet makamına geçirdiğini bildiriyordu."
Halifelik kavramı, büyük Moğol-Türk imparatoru Hulagu Han tarafından, Türklerin katli vaciptir şeklinde fetva veren Abbasi halifesini Bağdat şehrinde öldürmesi ve Abbasilerin yok edilmesi üzerine 1258 yılında ortadan kalkmıştı. Daha sonra kullanılan halifelik kavramı, İslam imparatorluklarındaki sultanın bir diğer adı olmuş ve hemen her İslam devleti lideri bu vasfı kendi üzerinde taşımak gayesinde olmuştur. 1. Selim döneminde kutsal toprakların imparatorluğa katılması ve Mısır'ın fethi sonrasında Osmanlılar, Arap coğrafyasında egemenliklerini pekiştirmek için halifelik sıfatını da kullanmak istemişlerdir.
"Donanma, 20 Temmuz 1543'te Marsilya limanına ulaştı. Osmanlı donanması, 110 kadırga, 40 küçük kadırga, 3 büyük yelkenliden oluşmakta idi. Hayreddin, şehri top ateşi ile selamladı. Kapudan-i Derya, Marsilya'da görkemli bir merasimle karşılandı. Onun şehre geleceğini duyan halk uzak yerlerden koşup gelmiş, bu efsane korsanı yakından görmek için sabırsızlanıyordu."
"... donanması harekat sahasından çekilmeden, Nice etrafındaki birçok kalenin itaatını sağlayarak Fransızlara teslim etmiştir."
Barbaros Hayrettin Paşa, Andrea Doria komutasındaki donanmayı yenmiş ve Nice etrafındaki birçok kalenin Fransızlar tarafından ele geçirilmesine yardım etmiştir.
"Fransız sarayı o zaman Osmanlı sultanını, dünyadaki en büyük hükümdar olarak görmektedir. Kral François, Venedik elçisine, Avrupa devletlerinin bağımsızlığını güvence altına alan tek gücün Osmanlı padişahı olduğunu itiraf etmiştir."
Fransızların Osmanlı Devleti'nden yardım istemesi ve Barbaros Hayrettin Paşa'nın sefer sonrası Marsilya'ya gitmesi ve orada büyük coşku ve merakla karşılanması, Avrupa'da Türklere karşı duyulan hayranlık ve imrenmenin bir göstergesiydi.
"İngiltere'de 1. Elizabeth'in Osmanlı padişahına gönderdiği elçisi W. Harborne açıkça Akdeniz'de İspanya'ya karşı harekete geçilmesini istiyor, bu suretle Büyük Armadası ile İngiltere'yi istilaya hazırlanan 2. Philip'i Akdeniz'de arkadan vurmak, hiç olmazsa kuvvetlerini bölmeye zorlamak istiyordu."
"Fatih'in atalarının kanunlarını toplayıp tamamlama suretiyle bir kanunname vücuda getirmesi gerekli görülmüştür. Burada, Göktürkler'deki gibi töre ve yasaların, imparatorluk kuran büyük hanlar tarafından değişmez yasalar olarak ilan edildiği anımsanmalıdır."
"Osmanlı örfi kanunları, göçüp gitmiş olan devletlerden, Bizans ve Sırp devletlerinden kalan kanunlardan ibarettir."
"Onun için, vergi sorunları ortaya çıkınca, ilkin her sancağın kendi kanunnamesi göz önüne alınır. Ancak ceza kanunnamesi tektir ve geneldir."
"Osmanlı ceza kanunnamesi, normal olarak Şeriatın koyduğu esasları (kısas, diyet vs.) içerir. Fakat onun yanında Şeriatın belirlemediği ta'zir cezalarında, sultanın örfi yetkisi prensibine dayanarak birtakım ayrıntılı kurallar koyduğunu görmekteyiz."
Şeri yasaların geçerliliğinin yanında, sultanın örfi kanunları da şeri yasaların karışmadığı konulara el atmış ve o konularda yasaları belirlemişti.
"Görülüyor ki, devlet gelirlerinin yarısı asker maaşlarına (tımar ve ulûfe olarak) gitmektedir."
Osmanlı devletinin ekonomisi sefer ekonomisi idi. Ekonomi seferde ele geçirilen ganimet üzerinden dönüyor, hazine doldukça yatırımlar yapılıyordu. Duraklama dönemi ve sonrasında devletin büyük borçlar almak zorunda kalmasının sebebi de seferlerin durması idi. Osmanlı devlet gelirlerinin de büyük bölümü yine seferlerde kullanmış olduğu askerlere ve o askerleri besleyen tımar sahiplerine gitmekteydi.
"Hisba kuralları, hirfet düzenine uygun, onu destekleyen kurallardır. Bu bakımdan hisba, toplumda sınıfların geleneksel yerini saklayan ve sosyal uyumu bunda gören klasik Orta-Doğu devlet idealine uygun bir kuruluştur. Denebilir ki, Orta-Doğu devleti, ekonomik ve sosyal bakımdan hirfet düzeninin devletidir."
"İsveç'te kilise büyüklerinin tören giysileri Bursa kumaşından yapılırdı. Bursa ipekleri Doğu'da da büyük ilgi görmekteydi. 1. Selim Tebriz'i fethettiğinde Şah'ın hazinesinde Bursa kumaşından yapılmış 91 adet giysi bulunmuştu."
Osmanlı ekonomisine büyük katkı yapan bir unsur da şüphesiz tekstildi. Dokunan kaliteli kumaşlar medeni dünyada büyük ilgi görüyordu.
"Şu bir gerçektir ki, kapitülasyonlar, gereksinim duyulan bazı önemli maddelerin (başlıca ince yünlü kumaş, kalay, çelik, barut ve kristal, saat gibi lüks eşya) sağlanması ve hazineye ait gümrük gelirinin artması göz önünde tutularak kaygısızca verilmiştir."
Kapitülasyonların verilmesi ithal mallara duyulan ihtiyaçtan kaynaklanmaktaydı. Bugün de ihracat ürünlerimizde kullanılan ara mallar, yani ihraç edilecek ürünü üretebilmek için kullanılan parçalar, yurt dışından geliyor. Yurt içinde üretilmesi mümkün olmayan bu mallara ithal ara mal deniyor. Bu sebeple ihracatın yükselmesi bir yandan da ithalatı yükseltiyor. Bu da ekonomik olarak verimli bir durum değil. Osmanlı döneminde de bu duruma mecbur kalındığı için zorunlu olarak kapitülasyonlar veriliyor. İthal ara mallar alınıyor. Bugünden farklı olarak bir olumsuz tarafı da bu ithal malların lüks mal olmasıdır.
"Osmanlıların açık pazar politikası, Avrupa merkantilizminin tamamen tersi bir ekonomik anlayıştan, iç pazarda malların bolluk ve ucuzluğu ilke edinen bir ekonomik anlayıştan (economy of plenty) kaynaklanıyordu. Bu politika, sonunda, daha ucuz ve iyi kalite Batı malları karşısında yerli sanayinin çöküşünü hazırlamıştır. "
"1800-1850 döneminde Osmanlılar, pamuk bezini ve İstanbul için unu bile Batı ülkelerden ithal etme durumuna düşmüşlerdir."
Bugün Türkiye'nin, tarım ve hayvancılık için temel ürünleri ithal etmek zorunda kalması da Osmanlı ekonomisinin 19. yüzyıl ilk yarısındaki haline benziyor.
"İltizam, devlet gelirlerini veya boş tımar ve has gelirlerini artırma ile özel kişilere satmaktan ibarettir. "
"Fakat 16. yüzyılın ikinci yarısından beri, iltizam yönteminin uygulama alanı ziyadesiyle genişledi. Bunun başlıca sebebi, savaş döneminde hazır para bulma gereği ve tımar sisteminin bozuluşudur."
"İltizam usulü o kadar yayıldı ki, kadılar bile kendi kaza bölgelerinde mahkeme nabilerini iltizamla satmaya başladılar."
"İltizamla bir mahkemeyi satın alan kimse, tabii rüşvet yoluna sürükleniyordu. Böylece, bütün devlet mansıpları veya devletin verdiği yetkiler, şahsi bir kazanç aracı haline geliyordu. Mali sıkıntı içinde bulunan devlet de, bu mansıp veya yetkileri en çok para verene satmaya başladı. Bunun yanında resmi atamalarda, söz sahibi olanların aldıkları rüşvetler unutulmamalıdır. Tabii, bütün bu yük sonunda reayanın sırtına binmekte idi."
"Geleneksel Doğu devlet anlayışına göre, bir devleti ayakta tutan prensiplerin başında adalet, yani reayayı mezalimden, yetkileri kötüye kullanmalara karşı korumak gelir."
Devletin para karşılığında otoritesini satması, kadıların para karşılığı adaleti satması neticesinde Osmanlı devleti halkının saygısını ve güvenini kaybetmişti. Artık devlet o otoriteyi satın alanlar, kadı artık mahkemeyi satın alan kimseydi. Bu durum duygusal kopuşu başlatmıştı.
"Anadolu'da Celaliler'den kurtulmak için köylüler yerlerini bırakıp kitle halinde kaçışmaya başladılar ki, tarihte bu göç, Büyük Kaçgun adıyla bilinmektedir."
"Köylünün bıraktığı toprakları askeri sınıftan nüfuzlu olanlar kendi mülkleri gibi benimseyip üzerine yerleşmiş, kul ve hizmetkar getirip buraları işletme ve kendi çiftlikleri haline sokmaya başlamışlardır."
Celali isyanları ile ilgili bkz: link
"16. yüzyıldan sonra, merkezi otorite ve kontrol zayıfladığı zaman, yeni koşullar altında eyaletlerde gittikçe daha büyük bir önem kazanmış, devlet reayayı ve her türlü vergi kaynaklarını korumak kaygısı ile bunlara düzenin ve güvenliğin korunması, vergi, hatta asker toplama işlerinde geniş yetkiler tanımaya başlamış ve sonuçta 18. yüzyılda yerel yönetim büsbütün bunların eline geçmiştir."
"Vergi iltizamı, ayanın nüfuz ve servetinin temel araçlarından biri haline gelmişti."
"Yeni dönemde genişleyen bir idare yöntemi de, hükümetin vergi gelirini garanti etmek üzere valilikleri iltizamla vermesidir."
"Kadıların da, kendi kaza bölgelerinde yerel mahkemeleri naiblere iltizamla sattıklarını biliyoruz."
Valilikler ve mahkemeler iltizam adı altında para sahiplerine satılıyor. Bu durum da adalet ve hukuk sisteminin bozulmasına, devlet kademesine torpil ve rüşvetin girmesine bu da halkın isyanına neden oluyor. Esasında hepsi bir neden sonuç ilişkisi içinde gerçekleşiyor.
"Eskiden pek seyrek durumlarda ve koşullarda yürürlükte olan bu yöntem, gittikçe yayıldı. Rumeli'de özellikle cizye toplanmasında uygulandı. Böylece Ortodoks, ruhban, knezler, kocabaşılar, halkın temsilcileri olarak, gerek hükümet gerek halk karşısında yerel otorite kazandılar."
"Zamanla bu yöntem, bölgenin idari ve ekonomik özerkliğine yol açacaktır."
Öyle ki, 19. yüzyılda Mısır valisi ile yaşanan anlaşmazlık sonrası isyan sonrasında, Mısırdan İstanbul'a kadar Anadolu'yu ele geçiren bir ayan gücünden bahsediyoruz. Hatta payitaht bu isyanla baş edemiyor ve araya İngiltere giriyor. Mehmet Ali Paşa ikna ediliyor ve Mısır'da babadan oğula geçen bir veraset sistemi kabul ediliyor. Suriye valiliği M. Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'ya bırakılıyor. İşte devlet satmış olduğu otorite tarafından bu şekilde ele geçiriliyor...
"Ayan, yalnız vergi toplama, yerel düzen ve güvenliğin sağlanması işlerinde değil, 17. yüzyıldan başlayarak, devlet adına bölgelerinde asker toplama ve bu askere kumanda etme yetkilerini de aldılar. Böylece, onların bazen paşaların kapı kuvvetlerinden daha büyük kuvvetlere sahip oldukları, padişahın seferlerine bu küçük ordular ile katıldıklarını görmekteyiz."
Devlet adına vergi toplayan, adaleti ve düzeni tesis eden, asker toplayıp savaşa katılan bu güçlü zümre bir süre sonra devletin padişahının yetkilerini kısıtlayacak Sened-i İttifak antlaşmasının yapılmasını sağlayacaklardı. Devlet için adaletin tesis edilmesi ve nizamın sağlanması işte bu kadar önemli bir görevdi. Bir başkasının eline verildiğinde, devlet, o oluyordu.

Yorumlar
Yorum Gönder