8 Haziran 1949 yılında anadilinde basılan, George Orwell tarafından distopik bir dünyada geçen 1984 yılını anlatan politik ve alegorik bir romandır. Geleceğin ne kadar karanlık olabileceğini bizlerin hayal dünyasında canlandırmayı çok güzel başaran bu roman aynı zamanda günümüze bir çok yeni terim de kazandırmıştır. "Büyük birader", "düşünce polisi" bunlardan bazılarıdır.
"Herhangi bir anda seyredilip seyredilmediğinizi anlayabilmeniz olanaksızdı. Düşünce polisinin, ne kadar sıklıkla ya da nasıl bir sistemle kimi izlediği bilinemezdi. Her an, canları ne zaman dilerse, alıcıyı çalıştırabilirlerdi. Çıkardığınız sesin işitildiği, karanlıkta olmadığınız sürece, her hareketinizin izlendiği varsayımı, içgüdüsel bir alışkanlık haline dönmüştü, bununla yaşamanız gerekiyordu - yaşıyordunuz."
Bugün her an, her hareketimizin izlendiği düşüncesiyle hayatımıza devam ediyoruz. Bu durumun gerçek olduğunun farkına varacak bir çok örnekle karşılaşmamız daha da içimize kapanmaya, fikirlerimizi beyan etmek konusunda tereddüt yaşamamıza neden oluyor. Örnek verecek olursak, sosyal medya hesaplarındaki paylaşımlarından dolayı günlerce gözaltında kalan insanları gördüğümüz zaman, kendi fikirlerimizi yazmak veya birileriyle paylaşmak konusunda ikilemde kalıyoruz. Kalabalık bir ortamda konuşurken söylediklerimizin başkaları tarafından duyulmadığından emin olmaya çalışıyoruz. Bu durum aslında sanal bir düşünce polisinin varlığının habercisi. Belki de yakın bir gelecekte bu sanallık gerçekliğe evrilecek...
"SAVAŞ BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR, CEHALET KUVVETTİR."
Dünya savaşlarının son bulmasından sonra gerçekleşen savaşların hemen hepsi bölgeye barış götürmek, demokrasi götürmek, insanlık için ve bölge halkının geleceğini teminat altına almak adına yapılmaya başlandı. Savaş neticesinde insanların ölmesine rağmen, şehirlerin yıkıntıya dönüşmesine rağmen "kutsal bir amaç" uğruna yapılınca o kadar da kötü bir şey değilmiş gibi propaganda yapılıyor. Bu durum da savaşın barış getirmek için olduğunu söyleyerek esasında savaşın barış demek olduğunu söylüyorlar. Oysa gerçekte dünya üzerinde yaşanmış, yaşanan hangi savaşa bakılırsa sebebi ne olursa olsun sonucu her iki tarafa da acı, kayıp ve gözyaşı getirmiştir. SAVAŞ BARIŞ mıdır?
Baskı ile yönetilen toplumlara baktığımızda hapis yatan insanların genellikle ülkenin aydın kesimini oluşturan kitleler olduğunu görürüz. Mevcut yönetimin yanlışlarına karşı tepki gösterebilecek, kitleleri harekete geçirebilecek kişiler olduğunu görürüz. Hapis olmayan dışarıdaki insanlar ise yönetimden ya memnun ya da gidişata bir dur demek gibi bir düşüncesi olmayan serkeş insanlardan oluşuyor. Yönetimin sorgulanmaması, yanlışlarının ortaya getirilip konuşulmaması insanların cehaletinden ve cehaletlerinden memnun olmalarıyla alakalı bir durumdur. Hapis olanlar ise bildikleri ve gördükleri neticesinde bu yanlışları konuşmuş ve bu nedenle hapis olmuşlardır. Buradan ortaya çıkan durum ise şudur: ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR. Eğer toplumda özgür olmak istiyorsanız mevcut yönetimin kölesi olmak durumundasınız. Yaptıklarına karşı tepki gösteremezsiniz. Sorgulayamazsınız. Yanlışlarından ötürü onları cezalandıramazsınız. Bu tarz eylemlere giriştiğiniz vakit hapis olursunuz. Fakat köle hayatı yaşarken gerçekten özgür olabilir misiniz?
Bilmemenin vermiş olduğu haz ve cesaret insanlara aynı zamanda büyük bir özgüven sağlıyor. Bu sarhoş farenin kediyle aşık atması gibi bir durumdur. Gücünün, haddinin bilincinde olmadan kendinden büyük kuvvetlere karşı zaferler kazanabileceğini düşünür. Büyük zaferler kazandığını söyleyenlere karşı büyük bir sevgi beslerken gerçekleri dile getirenlere de büyük bir öfke duyar. Hayal dünyasında yaşamasına rağmen onu uyandırıp gerçekleri görmesini sağlamak isteyenleri kötü olarak görürken rüyalarına yenilerini ekleyenleri de iyi addeder. Bu durum da CEHALET GÜÇTÜR ilkesini bizlere anlatıyor. Toplum ne kadar cahilse, yönetenler de o kadar güçlüdür. Bu güçlü olma durumu da nihayetinde özümsedikleri yöneticilerin güçlü olmasından ötürü cahil toplumun kendisini rüyalarında, güçlüyüz hissiyle uyutmaya devam eder.
"Goldstein hala bir yerlerde yaşıyor ve suikastlar tasarlıyordu, iletiyordu; belki de denizaşırı bir yerde yabancı efendilerinin koruması altındaydı ya da Okyanusya'nın içinde bir yerlerde saklanıyordu."
"Goldstein, büyük bir karanlık ordunun, kendilerini devleti yıkmaya adamış gizli bir suikastçılar örgütünün başıydı."
Kitaptaki parti yönetimine karşı isyan halindeki büyük hain, esas düşman olarak gösterilen kişi Goldstein isimli bir kişidir. Sözde "Kardeşlik" isimli bir örgütün lideridir ve partinin yıkılması için mücadele etmektedir. İnsanlara bu kişinin büyük bir terörist, hain olduğu her seferinde söyletilir. 2 dakikalık nefret söylemlerinde Goldstein'e en iyi küfürleri savuranlar ödüllendirilir. Oysa bir zamanlar Goldstein de partinin bir üyesidir. Yüksek rütbeli yönetici takımındandır. Sonradan anlaşılması güç durumlar ortaya çıkar ve Goldstein hain ilan edilir. Bugün de öyle değil midir? Ortaklıklar bozulana kadar beraber yürünen insanlar en büyük dost iken arkadaşlıklar, ortaklıklar bozulunca esasında çıkarlar çatışınca en büyük düşman onlar olmaz mı? Üstelik insanlara da bu tehlikenin her an her yerde olabileceği hissini aşılayarak bir korku düzeni kurmak gayesine de uygun bir durumdur.
"Geçmiş ölmüştü, geleceği düşleyebilmek ise olası değildi."
Baskı rejimlerinde insanlar muhalif olmaktan korktuğu gibi muhalif olanlar dahi etrafındaki insanların muhalif olup olmadığını anlamaya çalışmaktan yorulurlar. Bu psikolojik buhran esasında baskı rejiminin belki de asla yıkılmayacağı fikrinin kuvvetindendir. Geçmiş o kadar uzakta kalmıştır ki sanki bu baskı rejiminden önce hiçbir şey yoktur. Parti hep vardı ve var olacaktı? Aksini kim düşleyebilirdi? Aksine kim şahit olmuştu? Geçmişte gerçekten insanların özgür ve mutlu olduğu zamanlar yaşanmış mıydı? Bu düşünceler neticesinde insan için geçmiş ölü bir anı çöplüğü haline geliyor ve gelecekle alakalı hayal kurmak bir yana geleceği düşlemek bile imkansız hale geliyordu.
"Her eylemin sonucu, o eylemin içindedir. Düşünce suçu ölüm tehlikesi yaratmaz, düşünce suçunun kendisi ölümdür."
Parti egemenliğine karşı bir düşünce sahibi olmak insanlar için ölme tehlikesinden ziyade doğrudan doğruya ölüm demekti. Bugün için bu cümleyi belki şöyle kurabiliriz. Düşünce suçu hapsedilme tehlikesi yaratmaz, düşünce suçunun kendisi hapsedilmektir. Muhalif düşüncelere karşı tahammülün son derece aşağılarda olduğunu görüyoruz. Normal şartlarda suç unsuru bulunmayan fakat sırf parti yönetimine karşı bir görüş olduğundan dolayı hapsolunan binlerce insan var.
"Kendi belleğiniz dışında bir kayıt yokken, en belirgin olayları bile nasıl kanıtlayabilirsiniz?"
Öyle bir düzen düşünün ki kayıt altına alınan tüm yaşanmış olaylar belli bir gücün elinde toplanmış olsun. Bu olayların ne şekilde yaşandığını istedikleri gibi değiştirebilsinler. Olduğundan daha farklı gösterebilsinler. Olayların gerçekte nasıl olduğunu bilseniz dahi nasıl kanıtlayabilirsiniz? Elinizde belge olmadan, tek dayandığınız kaynak kendi zihniniz olduğunu düşünürsek gerçeği nasıl kanıtlarsınız? Görsel ve yazılı medya organları, devlet arşivleri, gerçekleşen tüm olayların kayda geçtiği her kurum ve kuruluş tek bir gücün kontrolü altındayken gerçek ne kadar gerçektir? Gerçeğin doğruluğunun şüpheli olduğu bir toplumda yaşamak ne kadar mümkündür? Geçmişi düşündüğünüzde aklınıza gelen olaylar için bir gün, aslında öyle olmadığı söylendiğinde itiraz edememek nasıl bir histir? Gerçeği bildiğiniz halde farklı söylemleri kabul etmek zorunda kalmak nasıl bir durum olurdu?
"Partiye bağlılık, düşünmemek, düşünce gereksinimi duymamaktır. Partiye bağlılık, bilinçsizlik demektir."
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik düşünebilme ve karar verebilme özelliğidir. Olayları zihninde mantık süzgecinden geçirir ve neticesinde ulaşmış olduğu yargıya göre bir karar verir. Hayatını bu şekilde devam ettirir. Mutlak doğrunun şüpheli olduğu bir ortamda tek otoriteye bağlı olmak durumunda insanlar bu en temel özelliğinden vazgeçmek durumundadır. Çünkü otoritenin söylediği her şey doğru kabul edileceği için düşünüp kendi değer yargılarını oluşturmak gereksizdir. Partinin söylediği mutlak ve kesin suretle doğrudur ve aksi söz konusu değildir. Bu kabul edildikten sonra düşünceye ihtiyaç kalmayacaktır. Düşünmeyen toplumların bilinci kapalı ve basireti bağlıdır. Aynı komadaki bir hasta gibi yaşamdan kopuk fakat nefes alıp vermektedir. Buna da yaşamak demektedir.
"Söylendiğine göre, çikolata tayınını haftada yirmi grama çıkardığı için, Büyük Birader'e teşekkür gösterileri yapılmıştı. Oysa daha dün, tayını yirmi grama indirmişlerdi, diye geçirdi içinden. Daha üzerinden yirmi dört saat geçmeden, bunu nasıl yutarlar? Evet, yutuyorlardı."
Düşünmek, sorgulamak, doğruyu aramak gibi temel değerlerinden öylesine kopmuş ve partiye, parti ideolojisine öylesine bağlanmışlar ki henüz aynı gün içinde bir ürüne yapılan zam onlar için indirim gibi gözükebiliyor. Bu durumu tekelleşen medya ile örneklendirelim. Dolar kuru 3.85 seviyesinden 3.95 seviyesine yükseldiğinde haber yapmayıp, 3.95 seviyesinden 3.90 seviyesine gerileyince "dolar düştü" şeklinde haber yapmak bu duruma güzel bir örnektir. Esasında baktığımızda dolar kurunda 0.05 puanlık bir artış olmasına rağmen tekel medya sayesinde bu durum sanki bir düşüş ve ilerleyiş gibi gösterilmektedir. Geçmişte insanların isyan ettiği, hükümetlerin istifa ettiği krizlerin çok daha büyükleri yaşanmasına rağmen bu durumlar ilerleme olarak halka yutturulabiliyordu. Sorgulama, düşünme ve doğruyu aramak değerlerine geri dönecek olursak bu temel vasıfları bir kenara bıraktığında insan eğriye doğru demek durumunda kalmakta ve bundan mutluluk duymaktadır.
"Oysa bir süre önce iki üç yüz gırtlaktan çıkan seste korkunç bir güç sezmişti. Bu insanlar neden önemli sorunlar için de böyle bağırmıyorlardı?"
İndirim ürünlerinden yararlanmak için mağazaya akın eden bir kalabalıkta aynı ürünü almak için mücadele eden iki kadın birbirine girmiştir. Çığlık çığlığa bir kavgaya tutuşmuşlardır. Mağazanın bir çok kısmında buna benzer görüntüler göze çarpmaktadır. Bir tava için bu kavgayı verenler neden ülkede olup biten onlarca büyük olaya tek bir laf etmez? Bir başlarına tepki vermekten mi korkarlar? Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mı derler?
Ülkemiz için örnek vermek gerekirse, hayatta kalma temalı yarışmaların izleyici kitlesi oldukça büyük ve fanatiklik seviyesindeler. Öyle ki, sosyal medya unsurlarında bu yarışmalarda yarışanlar için uzun bir müddet başka insanlarla kavga ediyorlar, uzun süre çalışmak sonucu kazandıkları paranın bir bölümü ile onları desteklemek için mesaj gönderiyorlar. Haksız yere tutuklu bulunan binlerce insan için ise tek bir tuşa basmak dahi zor geliyor. Korkudan mı, umursamazlıktan mı yoksa bize dokunmayan yılan bin yaşasın mantığından mı kaynaklanıyor?
"Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler."
Bilgiye erişimi kısıtlanmış, cehalete mahkum edilmiş bir topluluk düşünelim. Doğru ile yanlışı ayırt edebilmek, karar verebilmek gibi temel insani değerleri yerine getirebilmek için insan bilgiye ve bilgiyi muhakeme edebilme yeteneğine muhtaçtır. Bu imkanları elinden alınmış insanlar düşünce, yaratıcılık, doğruyu arama gibi durumlardan bihaber olarak yaşamlarını devam ettirirler. Bu duruma karşı çıkmadıkça, itiraz etmedikçe yönlendirilmesi kolay yapay insanlar olarak kalacaklardır. Bu durumun yanlışlığı fark edildiğinde insan isyan edecektir. Bu durumun yanlışlığını fark edebilmek için de bilgi sahibi olmak icap etmektedir. Aksi taktirde insan cehaletiyle mutlu bir şekilde yaşamaya devam edecektir.
"İnsanı ürküten, başka türlü düşündüğü için öldürülmek değil, onların haklı olabilecekleri olasılığıydı. İki kere ikinin dört ettiğini nereden biliyorduk? Ya da yer çekimi yasasının geçerliliğini? Ya da geçmişin değiştirilemez olduğunu? Eğer geçmiş ve dış dünya yalnızca beynimizde var oluyorsa ve beynin kendisi de denetlenebiliyorsa..."
"Oynadığımız bu oyunda kazanmak söz konusu değil. Ama bazı yenilgiler ötekilerden daha iyidir, hepsi bu."
Baskı rejimlerine karşı mücadele içinde olan insanların kazanmak gibi bir şansı genellikle yoktur. Bireysel mücadele ile bir yere varılamaz. Karşıdaki güç her zaman daha büyük, başa çıkılması imkansızdır. Hayatı pahasına baskılara karşı boyun eğmeyen insanların güç birliği yapmasıyla dahi bu rejimler büyük bir savaş, kıtlık veya katliam gerçekleştirmeksizin iktidarı bırakmazlar. Bunun sonucunda da ülke insanları baskı rejiminin günahlarını hayatlarıyla öderler. Belki de bundan en fazla zarar görenler zamanında bu rejimi destekleyenler olacaktır. Yine de hayat ihtimallerle ve belirsizliklerle doludur. Ne zaman ne olacağını bilemediğimiz için yaşamak katlanılabilir hale gelir. Bazı yenilgiler diğerlerinden daha iyidir. Onurlu bir duruş kazanç elde eden yandaşlıktan yeğdir.
"Bir bakıma Partinin görüşlerine sıkı sıkıya bağlı olanlar, onu anlama yeteneği olmayan insanlardı. Bunlar kendilerinden istenilen şeyin saçmalığını anlamadıkları, olup bitenleri kavrayacak kadar günlük olayları izlemedikleri için, gerçeğe en karşıt şeyleri bile kabullenebiliyorlardı. Her şeyi yutuyorlar ve bu yuttukları onlara zarar vermiyordu. Çünkü içlerinde bir iz bırakmıyordu. Tıpkı bir mısır tanesinin kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi."
Bilmemekten ziyade yanlış bilmek daha tehlikelidir. Bu durum tıpkı yüzme öğrenirken hiç bilmeyen birinin, kendi yanlış yöntemleriyle bilenden daha iyi bir yüzücü haline gelmesi gibidir. Yanlış şeylere inanmış insanlar da bu alanda sayılabilir. Yanlış bildiği şeye öylesine bağlanmış, öylesine inanmış kişilerden daha tehlikeli ve daha acınası bir şey belki de yoktur. Kandırıldıklarını dahi fark edemeyecek kadar inandıkları kişilerin yanlışlarını savunanlar bir gün inandıkları kişiler tarafından mağdur edildiğinde gerçekleri görmeye başlayacak fakat her şey için geç olacaktır.
"Sizin yaşadığınız sürede herhangi bir belirgin değişiklik olmayacaktır. Bizler ölüyüz. Gerçek tek hayatımız gelecektedir. Onun oluşmasında bizler kemik parçalarıyız. Geleceğin ne kadar uzakta olduğunu bilemeyiz. Belki bin yıl sonradır. Şimdi, akılcı düşünenlerin sayısını azar azar çoğaltmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok."
Dikta yönetimini yıkmak için gereken ortam henüz oluşmamışsa bile yapılacak hiçbir şey yok denemez. Akıl ve bilimsel gerçekleri karar mekanizmasında hakim kılacak, düşüncelerini bu doğrultuda şekillendirecek nesiller yetişmesine uğraşmak, gelecek günlerde dikta rejiminin son bulmasını sağlamak için çalışmak, hayat gayesi olmalı ve gelecek nesillere karşı olan ahlaki borç ödenmelidir.
"...savaşta, yani tehlikede olmak duygusu da, yaşamanın tek çözüm yolu olarak, bütün gücün, sınırlı bir zümrenin ellerine verilmesini haklı gösterir."
Bir ülke düşünelim ki ne zaman iktidardaki güç sarsılsa, ülkeyi tek başına yönetme gücünü kaybetme tehlikesini görse, halkının güvenliğini bahane ederek büyük kısıtlamalar, yasaklar, sözde güvenlik önlemleriyle bir baskı rejimi kursun. Seçimleri kaybettiğinde ülkenin dört bir yanında terör saldırıları olsun, gerekli oy miktarı, gerekli vekil sayısı karşılığında sulh geleceğini vaadinde bulunsun. Bakanlarından biri kendilerinin desteklenmesi durumunda terör saldırılarının kesileceğini söylesin. İtiraf niteliğinde bu söylemlere rağmen korkmuş ve sinmiş olan halk oyunu, iradesini yine bu iktidara teslim edecektir. Bu tehlike anında sorumluluğun tek bir güç altında toplanması psikoloji ile bağlantılı bir durumdur. Netice olarak baskı ve korku düzeni ile kitleler idare edilmeye devam edecek, halk ölmeye devam ederken iktidarlar ölümsüzlüğe daha da yaklaşacaktır.
"En iyi kitaplar, bize bildiklerimizi söyleyenlerdir."
Yeni şeyler öğrenmekten, görüşümüzden, zevklerimizden farklı türde bir şeyler okumaktan hep kaçarız. Bildiğimiz şeylerin onaylanması bizi memnun eder. Doğru biliyor olmak hissi insana haz verir. Bu nedenle insanlar kendi görüşlerini destekleyen kitaplar okumaktan vazgeçmezler. Oysa objektif karar verebilmek için, empati yapabilmek için karşıt görüştü insanların yazdıklarını da okumak gerekir.
"Eşitsizlik, uygarlığın bedeliydi."
Devlet düzeni binlerce yıllık insanlık tarihinde insanların bir arada yaşamaya başlamalarından sonra güvenlik ve adalet ihtiyacının ortaya çıkmasıyla kurulmuştur. Ortak kültür, ortak geçmiş ve ortak gelecek kaygısı olan toplulukların bir araya gelmesi ve bürokratik altyapının oluşmasıyla devletler ortaya çıkmıştır. Toplulukların millet haline gelmesi zamanla gerçekleşmiş ve her milletin inancına göre ve devrin şartlarına göre devletin yönetim şekli kendiliğinden belirlenmiştir. Devre ayak uyduramayan devletler yıkılmış yerine yenileri kurulmuştur. Bütün bu düzen içinde uygar bir ülke, topluluk olmak için bazı fedakarlıklar yapılmıştır. Devletler öncesi yaşamda eşitsizliğin sebebi güç dengesizliğidir. Bir meyve için hak iddia eden iki kişiden güçlü olan o elmayı alır. Bugün ise o elma hakkı kimin ise devlet o elma sahibinin hakkını korumakla mükelleftir. Bunun karşılığında ise bazı elit zümrelerin halk tabakasından ayrı daha mutlu ve varlıklı bir hayat sürmesi kabul edilmiştir. Bu eşitsizlik, sözde adalet ve güvenlik ihtiyacı için ödenmiş bir bedeldir.
"Adaletli ve barışçıl bir toplum yaratılmasının olanaksız olduğu ilkel çağlarda, insanların eşitliğine inanmak oldukça kolaydı. Binlerce yıl boyunca, insanların düşlerini, kardeşlik içinde, hiçbir yasaya bağlı olmaksızın ve ağır iş koşullarının bulunmadığı cennetsi bir dünyada yaşayacakları düşüncesi doldurmuştu. "
"Partinin iktidardan düşmesinin yalnız dört yolu vardır: Ya dışarıdan gelen bir kuvvete yenilir ya kitleleri başkaldırıya yöneltecek derecede kötü yönetir, ya kuvvetli ve hoşnutsuz bir orta sınıf ortaya çıkmasına izin verir ya da kendine olan güvenini yitirir."
İktidardaki güç insanları bir ekmeğe muhtaç ettiği gün, veya iktidar hırsı ile dolu güçlü bir orta sınıfın oluşmasına mani olamadığı gün veya kendine olan güvenini yitirdiği gün iktidarı kaybedecektir.
"Kitleler asla, yalnızca ezildikleri için, kendiliklerinden başkaldırmazlar. Kendilerine karşılaştırma yapabilecekleri ölçüler verilmedikçe, ezildiklerinin bilincine varmazlar. "
İnsanların yoksulluktan dolayı isyan etmemenin en büyük sebebi daha yoksul olmadığı için şükretmekte olmalarıdır. Toplumdaki sınıf farklılıkları ortadan kaldırılsa, ülke gelirinden herkes eşit pay alsa belki de ortadan kalkacak olan yoksulluğun yok olmamasının temel sebebi yoksullukla sınanan ülke halkının büyük kısmının isyan etmiyor oluşudur. Yoksulluğunun farkına varsa dahi kime göre neye göre kıyası yapamadığı zaman, tüm duyu organları tarafından hissetse dahi yoksulluğundan yakınmaz ve mevcut düzenin tekerine çomak sokmaktan kendini alıkoyar. Bu bir nevi bireysel olarak hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini düşündüğünden isyan etmemektir.
"Savaş, toplumsal psikolojinin istenilen düzeyde tutulmasını sağlar. Şimdiki yönetimi ilgilendiren tehlikeler, yarı işsiz, becerikli, iktidara susamış yeni bir sınıfın içlerinden kopması ve bir de kendi saflarında liberalizm ve kuşkuculuğun gelişmesidir. Sorun eğitimseldir. Gerek yöneticilerin, gerekse onların altındaki memurların bilincini denetim altında bulundurmak gerekmektedir. Kitlelerin bilincini, yalnızca olumsuz bir yönde etkilemek yeterlidir."
"Sonu gelmeyen temizlikler, tutuklamalar, işkenceler, idamlar, işlenmiş suçları cezalandırmak için değil, gelecekte bir gün suç işleyebilecek kişileri ortadan kaldırmak içindir."
"Okyanusya toplumu, Büyük Birader'in her şeye gücünün yettiğine ve Parti'nin değişmezliği inancına dayanır."
Dikta yönetimlerinde, parti üyeleri öylesine lidere bağlı ve öylesine partinin asla ve asla iktidardan gitmeyeceğine inanmıştır ki ülkede gerçekleşen felaketler dahi onların gözlerinin açılmasını sağlayamaz. Onlar için önemli olan parti, lider ve en önemlisi kendi çıkarlarının korunmasıdır.
"...burada yol gösterici siyah-beyaz sözcüğüdür. Tüm yeni-konuş sözcükleri gibi, bu da iki karşıt anlamı içermektedir. Düşmana uygulandığı zaman apaçık gerçeklere karşın, siyahın beyaz olduğunu öne sürmektir. Bir Parti üyesine uygulandığı zamansa, Parti disiplini gerektirdiği için bağlılıkla siyaha beyaz diyebilmek anlamını taşır. Aynı zamanda, siyahın beyaz olduğuna gerçekten inanma yeteneğidir. daha da ötede, siyahın beyaz olduğunu bilmek ve sonra karşıtına inandığını unutmak, demektir. Bu, geçmişin sürekli değiştirilmesini gerektirir. Bu da, yeni-konuşta çift-düşün adı verilen ve her şeyi içeren bir düşünce sistemiyle sağlanmıştır."
Defalarca karşılaşılan ve insana acı veren bir durum var ki belki de cehaletin, körü körüne inanmışlığın, basiretsizliğin en büyük örneklerinden biridir. Parti yandaşı bir kişi ile tartışırken iki zıt savdan birini savunursunuz ve sizi diğer savı savunarak kötüler, ayıplar ve yanlış yolda olduğunuzu iddia eder. Fakat belli bir süre geçtikten sonra, parti karşı tezi kabul edip sanki başından beri o savı savunuyormuş gibi tavır takındığında yandaş, partinin vücut bulmuş hali gibi, aynı şekilde başından beri karşı tezi savunuyormuş gibi tavır takınır. İşte yandaşlığın engellenemeyecek bir hal alması bu andan itibaren başlar. Yanlış bir kararı eleştirememek, yanlışı başkalarının yanlışlarıyla kapatmaya çalışmak çaresizliğin ve aymazlığın en büyük göstergesidir. Bu noktadan itibaren artık parti üyeleri belki de partinin adiliğini fark etmiş olsa da bir kere girmiş olduğu bu bataklık dolu yolu terk etmeye korkarak batmak pahasına yürümeye devam etmektedir.
"Geçmişin değiştirilmesi için iki neden vardır; bunların birincisi, yardımcı, yani önlemsel niteliktedir. Yardımcı neden, Parti üyesinin de, proleter gibi, eleştirmeye yönelik olmasıdır. Atalarından daha iyi durumda olduğuna ve ortalama yaşam düzeylerinin yükseldiğine inanması için öteki ülkelerle olduğu gibi, geçmişle de ilgisi kesilmelidir. Ama geçmişin değiştirilmesi için çok daha önemli bir neden, Partinin yanlış yapmayacağı savıdır. Parti tahminlerinin hep doğru çıktığını göstermek için, bütün söylevlerin, istatistiklerin ve her türlü kaydın sürekli değiştirilmesi gerekir. "
Geçmişte partinin işlemiş olduğu günahlar, vermiş olduğu yanlış kararlar bir şekilde halka unutturulmalıdır. Bunun ilk sebebi her ne kadar yandaş dahi olsa parti üyelerinin de neticede insan olup muhalifler gibi onların da yapısı gereği eleştirmeye meyilli bir doğası vardır. Bu nedenle parti her yanlışı için bir karşıt görüş, olay bulacak ve sanki geçmişte bu olaylar partinin iddia ettiği şekilde olmuş gibi geçmişteki olayları düzenleyecektir. Yandaşlığından ödün vermeyen büyük cahil halk yığınları bu yeni oluşturulmuş geçmişe hemen inanacak ve sanki başka bir geçmiş hiç olmamış gibi davranacak daha ilerisi bu değişikliğin yapıldığını dahi unutacaktır.
"Kayıtlar ve insan belleği nede birleşiyorsa, gerçek odur. Parti tüm kayıtları ve üyelerinin belleklerini denetim altında bulundurduğu için, geçmişe de istediği biçimi verebilir. Her ne kadar geçmiş değiştirebilirse bile ortada değişmiş olduğu düşünülen bir olay yoktur. Çünkü istenilen anda yeni biçimine sokulan geçmiş yürürlüktedir, ondan önce başka bir geçmiş varolmuş olamaz."
Yazılı ve görsel medya organlarının, sosyal medya platformlarının, kitap, dergi, eğitim sistemi gibi insanların bilgiye ulaşabileceği her yer bir tek gücün, partinin denetimindeyken mutlak bilginin partinin istediğinden farklı olması düşünülebilir mi? Geçmişte varolmuş olayları arşivlerden değiştirdiğinde ve insanların zihninden de olayların gerçekleşme şeklini istediği gibi yönlendirdikten sonra bir olayın aslında nasıl olduğunu kanıtlayabilmenin mümkünatı kalır mı? Arşivlere erişim ve insanların zihnini istediği gibi yönlendirebilme gücü partide olduğu sürece mutlak gerçek partinin istedikleridir. Geri kalan her şey deli saçması ve uydurmadır.
"Çift-düşün insanın iki çelişik düşünceyi aynı anda kabullenmesidir. Parti aydını, anılarının hangi yönde değiştirilmesi gerektiğini bilir; bu nedenle gerçekle oynandığını da bilir. Çift-düşün yöntemiyle, gerçeğin zedelenmediğine kendini inandırır. Bu işlem bilinçli yapılmalıdır, yoksa kendiliğinden yitirir; ama aynı zamanda bilinçsiz de olmalıdır, yoksa bir düzenbazlık ve dolayısıyla bir suçluluk duygusu uyandırır. Çift-düşün, İngsos ilkelerinin püf noktasıdır, çünkü Partinin temel işlevi, tam bir dürüstlük taşıyan amacın yıkılmasını önlemek için bilinçli yanılmayı kullanmaktır."
Çift-düşün aslında çok sık karşılaştığımız işine nasıl gelirse mantığının sözcükleşmiş halidir. Yandaşlar, partinin ikircikli politikaları karşısında zorda kalmamak için parti nasıl söylerse o doğrudur mantığıyla hareket ettiği için çift-düşün sayesinde zor durumda kalmayacaklardır. Çünkü bir şey hem doğru hem yanlış olabilir. Bu partinin politikalarına göre değişir. Eğer bir şey doğru olacaksa o partinin doğru demesinden geçer. Yanlış olduğunu bilse dahi bir yandaş daima parti programı ve politikaları doğrultusunda hareket edeceği için o yanlışı doğru kabul eder. Üstelik o kadar usta bir şekilde bunu yapar ki onu doğru kabul ettiğini ve esasında onun yanlış olduğunu da unutur. İşte yandaşlık tam olarak budur. Çift-düşün en güzel yandaşlık tanımıdır.
"Bile bile söylenen yalanlara yürekten inanmak, zararlı görülmeye başlanan bir gerçeği unutmak, nesnel gerçeklerin varlığını yadsırken bu gerçekleri sürekli göz önünde bulundurmak, gerekli şeylerdir."
Yandaşlığın en büyük özelliklerinden biri de bilinçli bir şekilde doğru olmadığını bildiği fakat doğru olduğu söylenen yalanlara inanmaktır. İmkanlar dahilinde olmayan vaatlerin gerçekleştiğine inanması ne kadar kaliteli bir yandaş olduğunu gösterir. Bilimsel gerçeklerle verilen karşıt görüşler, tezler derhal çift-düşün süzgecinden geçirilir ve esasında partinin politikalarına ters düşecek hiçbir görüş kabul edilmez. Daha sonraları eğer parti bu görüşünü değiştirir ve karşıt olduğu bir görüşü savunmaya başlarsa zorda kalan yandaşlar derhal çift-düşün yöntemini uygular ve hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam ederler. Partinin sorgulanamaz, parçalanamaz olduğunu düşünmeleri de bundan kaynaklanır.
"Çift-düşün sözcüğünün kullanımı bile çift-düşünü gerektirir. Bu sözcüğü kullanmakla, insan gerçekleri zedelediğini kabullenmektedir, yeni bir çift-düşünle bu, kafadan silinir. Bitip tükenmeksizin süren bu işlem yardımıyla tarihi gerçek, sürekli geride bırakılmaktadır. Parti çift-düşün yardımıyla tarihi durdurmak olanağını bulmuştur, belki daha binlerce yıl bunu başarıyla sürdürecektir."
"Geçmişteki bütün oligarşiler ya katılaştıkları ya da gevşedikleri için iktidardan düşmüşlerdir. Ya aptallıkları ve gururları yüzünden kendilerini değişen koşullara uyduramamışlar ve devrilmişler; ya da korkaklık ve hoşgörüleri yüzünden, zor kullanacakları yerde ödün vermişler ve gene devrilmişlerdir."
Baskı rejimleri kitleleri ya bir görüşü benimsemeleri için ya bir görüşten uzak durmaları için zorlamıştır. İşkencelerle insanlar fikirlerinden döndürülmeye çalışılmış, yine türlü zorbalıklarla bir şeylere inanması için baskı kurulmuştur. Parti ise bunları yapmaz. Onların iddiası "sen zaten benim söylediğim gibi birisin"dir. Aksini ispat edemezsin ve düşünemezsin. Çünkü her türlü kayıt sistemi parti denetimindedir ve zihinlerin kontrolü parti tarafından sağlanabilmektedir. Bu durumda parti büyük halk kitlelerinin "nasıl olacağına" karar verir ve "öylesin" demesi onların "öyle" olmasına yeter.
"Parti, sosyalizm akımının savunduğu tüm ilkeleri yadsır, kötüler ve sonra bunun Sosyalizm adına yapıldığını söyler."
"İşçi sınıfının yüzyıllardır hor görüldüğünü söylerken, kendi parti üyelerine, işçilere giydirilen ve bu nedenle kabul edilmiş olan üniformaları giydirir. Aile bağlarını düzenli bir biçimde çürütürken, önderini doğrudan aile duygularına seslenen bir adla çağırır. Bizi yöneten dört bakanlığın adı bile, gerçek anlamlarının ters çevrilmesinin küstahça gösterimidir. Barış bakanlığı savaşla, Doğruluk bakanlığı yalanla, Sevgi bakanlığı işkence ve zulümle, Bolluk bakanlığı herkesi aç bırakmakla uğraşır."
"Eğer eşitsizlik sürdürülecekse yani yüksek grup yerini koruyacaksa zihinsel koşullar, denetlenmiş delilik olmalıdır."
"Azınlıkta olmak, bu azınlık tek bir kişiden oluşmuş bile olsa, insanın deli olması demek değildi. Bir yanda doğru, bir yanda yalan vardı ve siz tüm dünyaya karşı olmak pahasına bile, gerçeğe bağlanırsanız, bu size deli niteliği vermezdi."
Düşünceleri azınlık kitle tarafından benimsenen, büyük kitleler tarafındansa yuhalanan bir kimse yanlış yolda mıyım yanılgısına düşebilir. İnsan tek başına da dünyanın düz değil yuvarlak olduğunu söylese yine haklıdır. Bu uğurda canından vazgeçecek kadar doğrunun peşinden gidecek insanlar yandaş insanlarla eşit sayıya geldiğinde partinin gücü kırılacak ve o gün doğru ve akıl kazanacaktır.
"Eşitliğin olduğu yerde akıl yaşayabilirdi. Eninde sonunda olacak, güçleri bilince dönüşecekti."
Parti hiçbir şekilde kendi gücünü azaltacak bir durumun oluşmasına izin vermez. Bir seçim olmaz, olacaksa bile bu daima partinin lehine olan zamanlarda olacaktır. Kurulamaz fakat kurulursa muhalif herhangi bir parti henüz hazır olmadan seçim oldu bitti ile yapılır ve muhalif parti seçime giremeden parti yeniden seçilir. Oylama yapılır fakat oylar sayılmadan sonuçlar zaten bellidir. Oldu ki parti seçimi kaybetti derhal geçmişe müdahale edilir ve seçimler tekrarlanır veya esasında partinin kazandığı ortaya çıkarılır. Bir şekilde eşit olmayan sistem devir daim eder ve parti bu düzen içinde her zaman kazanır.
"Geçmişi denetleyen geleceği de denetler, şu anı denetleyen geçmişi de denetler."
"Eski despotların emri, "olmamalısın"dı; totoliterlerin emri "olmalısın"dı. Bizim emrimiz ise, "öylesin"dir."
"Özgürlük, iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir. Eğer buna izin verilirse gerisi kendilinden gelir."
En temel hakkımız yaşama hakkımız olabilir. Fakat ifade özgürlüğü olmadan bir ömür geçirmek, doğada bir ot tanesi olarak hayatının sonuna kadar ezilmeyi beklemekten farksızdır. Nitekim mutlak doğruları ifade edebilme özgürlüğü olduğunda, bu ortam sağlandığında baskı ve zulüm sona erecektir. En azından bu bir başlangıç olacak ve güzel günlerin gelmesi için bir kıvılcım olacaktır. Yeter ki insanların gerçekleri öğrenmesinin önü kapanmasın, gözlerine perde çekilen insanlara ulaşmak zorluğu ortadan kalksın.
"Eğer gerekirse iki kere iki beş edebilirdi."
Parti emellerine hizmet edecekse mutlak bir doğru dahi bükülebilir. Parti politikaları doğrultusunda yeniden şekillendirilir ve halkın önüne koyulur. İcap ederse su donma derecesinde kaynayabilir, kaynama derecesinde de donabilir. Bunlar tamamen partinin ideolojisine ve politikasına bağlıdır. Parti netice itibariyle her zaman en doğrusunu bileceğinden dolayı halk kitleleri partiden daha üst bir güç tasavvur edemediklerinden dolayı bu durumu kabullenecektir. İşte gerçekten iktidar ve güç bu demektir. Gerekirse mutlak doğruları dahi değiştirebilme imkanına sahip olmaktır.
"Parti güçsüzlerin sonsuz koruyucusudur; iyiye kavuşmak için kötülük yapan, başkalarını mutlu etmek için kendisini harcayan bir sınıftır."
Parti daima kendini en güçsüz kesimin dostu olarak empoze eder. Çünkü gütmüş olduğu politikalar neticesinde halk yığınlarının büyük bir kesimi bu en güçsüz takımdadır. Geçim derdinden politikaya kafa yoracak hali kalmayan insanların partinin propagandalarına yem olmaktan başka yapabilecekleri pek bir şey yoktur.
"Kimse yönetime onu bırakmak için geçmez. İktidar araç değil amaçtır. Kimse bir devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurmaz; devrim diktatörlüğü kurmak için yapılır. Baskı kurmanın amacı baskı kurmaktır. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır."
Hiçbir iktidar, iktidarı, teslim etmek için eline almaz. Her zümre eline geçen bu fırsatı değerlendirmek ve belki sonsuza kadar yönetimini devam ettirmek arzusunda olacaktır. Bu uğurda ölen insanlar, fakirleşen halk, yok olan tarih, yozlaşan kültür hiçbir şey umurlarında olmaz. Tek düşünceleri mevcut yönetimde devamlılıklarını sağlamak ve güçten düşmemek olacaktır.
"İktidar, insanlara hükmetmektir; bedenlerine ve özellikle kafalarına."
"İktidar acı çektirmek ve küçük düşürmek demektir. İktidar insanın kafasını parçalamak ve istenen biçimde bir araya getirmektir."
"Onlardan nefret ederek ölmek; işte özgürlük buydu."
Netice itibariyle baskı rejimleri ne kadar güçlü olursa olsun, ister geçmişi ister şu anı ister geleceği denetlesin, isterse insanın zihnine girecek her fikre her kelimeye müdahale etsin yine de bir insanın hislerine hükmedemeyecektir. Büyük Biraderden, Partiden, partililerden, parti programından, partinin kurmuş olduğu düzenden nefret etmek özgürlüğünü kimse elinden alamaz insanın.
Partiden, Büyük Biraderden ve kurmuş oldukları düzenden nefret edenlere selam olsun...

Yorumlar
Yorum Gönder