Ana içeriğe atla

Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk - Nutuk

NUTUK


Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, milli mücadele yıllarını belgelerle anlattığı Nutuk her Türk vatandaşının okuması gereken bir eserdir. Dönemin karanlık günlerini aydınlatan Nutuk, birçok merak konusu olan olayı da neden sonuç ilişkisi içerisinde anlatıyor. Nutuk; milli mücadele öncesi dönem, milli mücadele dönemi ve milli mücadele sonrası dönem olarak üç ana başlıkta incelenebilir.
Öncelikle, milli mücadele öncesi dönemde Osmanlı Devleti’nin ve dünyanın nasıl bir durumda olduğuna bakmak gerekir. 
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu ekip, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, ağır şartları olan bir antlaşma imzalanmış. Dünya Savaşı’nın uzun yılları boyunca ulus yorgun ve fakir durumda. Ulusu ve ülkeyi Dünya Savaşı’na sokanlar, kendi hayatlarının derdine düşerek, ülkeden kaçmışlar. Saltanat ve hilafet makamında bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, kendini ve yalnızca tahtını güvenceye alabileceği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet zavallı, beceriksiz, onursuz ve korkak; yalnızca padişahın buyruğuna bağlı ve onunla beraber kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma razı.”

Ordunun elinden silahları, cephanesi alınmış ve alınmakta…
İtilaf devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer bahaneyle, itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili, Fransızlar; Urfa, Maraş ve Antep, İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta, yabancı subay ve görevlilerle özel ajanlar çalışmakta. Sonuçta, konuşmamıza başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin onayıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkartılıyor.

Bundan başka, ülkenin her tarafında Hristiyanlar gizli, açık, özel istek ve amaçlarının gerçekleşmesini sağlamak ve devletin bir an önce çökmesi için çalışıyorlar.
Daha sonra elde edilen sağlam bilgi ve belgelerle görüldü ki, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira heyeti illerde çeteler kurmak ve yönetmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla uğraşıyor. Yunan Kızılhaçı ve Resmi Muhacirler Komisyonu, Mavri Mira heyetinin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavri Mira heyeti tarafından yönetilen Rum okullarının izci örgütleri, yirmi yaşını geçmiş gençler de içinde olmak üzere, her yerde kuruluşunu tamamlıyor.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 1). 

Görüldüğü üzere Osmanlı Devleti, yönetim kadrosunun yetersizliği ve beceriksizliği, ordunun vaziyeti, azınlık cemiyetleri ve İtilaf kuvvetlerinin faaliyetleri nedeniyle son anlarını yaşamakta. Bir millet ise varoluş ve yok oluşun arasındaki ince çizginin üzerinde…

Mustafa Kemal Paşa Samsun’a 9. Ordu Müfettişi olarak giderken, Ankara’da bulunan 20. Kolordu ve bunun bağlı olduğu müfettişliklere, Diyarbakır’daki kolorduyla, hemen Anadolu’nun bütün sivil yönetim amirleriyle bağlantı kurabilecek ve yazışabilecek yetkideydi. Bu durum büyük bir talihti. Fakat talihini de şansa bırakmayan yine Mustafa Kemal idi. Yetkileri içeren emirleri bizzat kendisi hazırlamış ve bu şekilde gitmeyi kabul etmişti. Esas görevi Samsun ve çevresindeki Türklerin elinden silahlarını toplamak ve asayişi sağlamaktı.

Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktığında, memleketin kurtuluşu için düşünülen hal çareleriyle alakalı üç farklı görüş ortaya çıkmıştı.
Birincisi, İngiliz mandasını istemek.
İkincisi Amerika mandasını istemek.

Bu düşüncelerin sahipleri, Osmanlı Devleti’nin ancak büyük devletlerin himayesi altında toprak bütünlüğünün korunabileceğine inanıyorlardı. Çeşitli güçler tarafından bölüşülmektense büyük bir devletin boyunduruğu altında belli bir süre yaşamak düşüncesi onlara daha iyi geliyordu.
Üçüncü düşünce ise bölgesel kurtuluş çarelerine başvurmaktı. Osmanlı Devleti’nin parçalanacağı düşüncesi nedeniyle bölgeler kendilerini devletten koparıp kendi mücadelelerini verecekti. Kurulan milli cemiyetlerin de aslında esas amacı bu şekildeydi. Amaç bölgesel kurtuluş hareketlerini örgütlemek ve direniş hareketlerini desteklemekti. Mustafa Kemal Paşa’nın kararı bu üç düşünce ile de bağdaşmıyordu. 

Efendiler ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı toprakları tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele, bunun paylaşımını sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamı kalmamış birtakım boş sözlerden ibaretti.

Efendiler, bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!
İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamasına başladığımız karar, bu karar olmuştur
.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 8).

İşte, Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncesi bu idi. Ya istiklal ya ölüm!

 “Bu kararın dayandığı en güçlü düşünce ve mantık şuydu:
Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ilke ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık dünyası karşısında uşak olmak konumundan daha yüksek bir muameleye layık olamaz.
Yabancı bir devletin korumasını kabul etmek, insanlıktan yoksunluğu, güçsüzlük ve uyuşukluğu kabul etmekten başka bir şey değildir. Gerçekten bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, başlarına isteyerek bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Oysa, Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!..
O halde, ya bağımsızlık ya ölüm! İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır. Bir an için, bu kararın uygulamasında başarısızlığa uğranılacağını kabul edelim! Ne olacaktı? Tutsaklık!
Peki efendim, diğer kararlara boyun eğildiğinde sonuç bunun aynısı olmayacak mıydı?
” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 9).

Mustafa Kemal Paşa, bağımsızlık için onurlu bir mücadele ya da yok olmak fikrini benimsemişti. Yaptığı hareketler, verdiği tüm emirler bu yönde olacaktı. Tutsaklığı koşulsuz bir şekilde kabul etmektense var olan tüm gücüyle çarpışmak ve onuruyla ölmek! Başarısızlığa uğrasa bile insanlık onur ve yüceliğinin gereği olan bütün özveriyi yapmakla teselli bulur ve hiç kuşkusuz tutsaklık zincirlerini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, onursuz bir ulusa göre dost ve düşman gözündeki yeri bambaşka olur görüşünde idi.

Anadolu’da geçen zaman içinde İstanbul hükümeti Mustafa Kemal Paşa’yı geri çağırmak istedi. Bir süre Mustafa Kemal Paşa’nın oyalama taktikleriyle geçiştirilen İstanbul hükümetiyle ipler iyice gerildi. Mustafa Kemal Paşa çok sevdiği askerlik mesleğinden 9 Temmuz 1919 tarihinde istifa etmek zorunda kaldı. 

Bu durum tarafımdan ordulara ve ulusa bildirildi. Bu tarihten sonra resmi sıfat ve yetkilerden arınmış olarak, yalnız ulusun sevgi ve özverisine güvenerek ve onun bitmez bereket ve güç kaynağından esinlenip kuvvet alarak vicdani görevimize devam ettik…”(Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 30).

Çalışmalara hız verilir ve milli kongreler toplanmaya başlar. Havza, Amasya ardından Erzurum’da bir kongre toplanır ve tüm millete Anadolu’dan bir umut doğduğunun sinyali verilir. Türk milletine gücünün kendinde olduğu hatırlatılır. “Milleti yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır!” Erzurum kongresinde Osmanlı Devleti’nin yaşatılabilmesi için düşünülen manda fikirleri kesin bir dille reddedilir ve tüm illerden gelecek temsilcilerle bir toplantı yapılmasına karar verilir. Sivas en uygun yer olarak seçilir. Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’dan Sivas’a geçerken yolda karşılaştıkları zorlukları şu şekilde anlatıyor:

 “Erzincan’dan batıya hareket ettiğimiz günün sabahı, Erzincan Boğazı girişine gelir gelmez, bazı jandarma erlerinin ve subaylarının, heyecanlı ve telaşlı bir şekilde otomobillerimizi durduklarını gördük. Durumu açıkladılar: Dersim Kürtleri boğazı tutmuşlardır. Tehlike var. Geçilemez. Destek kuvvet gelene kadar beklememiz isteniyordu. Fakat bu kuvvet ne zaman gelecekti? Ne kadarlık bir eşkıya grubuna karşı hücum edecek ve yolu açacaktı? Bizim işimiz ise aceleydi. Eğer oradan geri dönersek ve gecikme yaşanırsa panik başlayabilir ve her şey altüst olabilirdi. Başka çaremiz yoktu. Tehlikeyi göze alıp yola devam ettik.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 55)

Boğazın tutulduğuna inanmamış, tutulmuş olsa bile uzak tepelerden yola ateş etmekten ileri gidemeyeceklerini öngörmüş ve tehlikeyi göze alarak yola devam etmiştir. Kendi ifadesiyle “Özetle, yürüdük, boğazı geçtik ve 2 Eylül 1919 günü Sivas’a ulaştık.” Milli bir kongre toplayanların itibarının zedelenmesi, korku belirtisi göstermeleri belki de hareketin başlamadan son bulmasına sebep olacaktı. Bu yüzden can derdinden daha ziyade vatan sevgisi ağır basan Mustafa Kemal Paşa ve heyeti Sivas’a ulaştılar.

Sivas Kongresi sonrasında gözlemci olarak bölgede bulunan General Harbord ile konuşan Mustafa Kemal Paşa şunları söylemiştir: “Bir ulus, varlığı ve bağımsızlığı için düşünülebilen girişimleri ve fedakarlığı yaptıktan sonra başarılı olur. Ya başarılı olamazsa demek, o ulusun ölmüş olduğuna karar vermek demektir. Dolayısıyla, ulus yaşadıkça ve özveriyle girişimlerini sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 116).

 Ulus için çalışanlar ölmedikçe, o ulusun öldüğüne, yani bağımsızlığının ve varlığının yok olduğuna karar vermek mümkün değildir. Bu inanışla hareket eden Mustafa Kemal Paşa düzenlediği kongrelerle de bu görüşü ulusun yüreğine işlemek ve onları harekete geçirmek gayesindeydi.

Avrupa’da devrimler, reformlar gerçekleşirken, kilise baskısının ve dogmalarının yerini bilimsel gerçekler ve gelişmeler alırken Osmanlı’da tam tersi bir ivme ile bilimden uzaklaşılmış ve bu gelişmeler gâvur icadı denerek çok geç ülke içine sokulmuştur. Bu nedenle gerileyen Osmanlı teknolojisi, ekonomik, askeri ve bunun doğal sonucu olarak da siyasi buhranlara neden olmuştur. Savaş kazanmaya dayalı olan Osmanlı ekonomik sistemi askeri düzenin de bozulmasıyla işlemez hale geldi. Ganimet elde edemeyen askerler Anadolu’da köyleri kasabaları yağmalamaya başladı. Tarihte Celali isyanları olarak da bilinen bu isyanlar Osmanlı Devleti’nin nasıl bir duruma düştüğünü özetler niteliktedir. Bütün bu gelişmeler neticesinde Osmanlı Devleti dış borçlanmalara girişti. Borçlarını ödeyemedikçe içerde de borçlanmaya giderek yerel idarelerde ayanların otoritesini tanımak zorunda kaldı. Bu süreç sonucunda merkezi otorite sarsıldı ve devlet otoritesi artık ayanlara ve bölgesel yönetimlerin liderlerine geçti. Bu süreci yaşayarak tecrübe eden Mustafa Kemal Paşa, Türk çocuğuna altın öğüt olarak şunları söylüyor: 

İnsaf ve merhamet dilenerek ulus işleri, devlet işleri görülemez; ulusun ve devletin onur ve bağımsızlığı korunamaz! İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk ulusu, Türkiye’nin gelecekteki çocukları bunu bir an bile akıllarından çıkarmamalıdırlar” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 239).

Milli mücadele döneminde Mustafa Kemal Paşa Türk milletinin istek ve inancını şu şekilde anlatıyor: “Türk ulusunun kalbinden, vicdanından doğan ve ondan esinlenen en temel, en belirgin istek ve inancı belli olmuştu: Kurtuluş!.. Bu kurtuluş çığlığı, Türk vatanının bütün ufuklarında yankılanmaktaydı. Ulustan başka bir açıklama istemeye gerek yoktu” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 242).

Ulusun isteği belli olmasına rağmen bazı kesimler hala Osmanlı hükümetinin tesiri altındaydı. Kendilerini kutsal halifeye ve padişaha kul addettikleri için onların buyruklarına göre yaşıyorlardı. Bu şekilde biat kültürünün baskın olduğu bölgelerden toplanan İngiliz ve İstanbul hükümeti kışkırtması olan Anzavur grupları peyda oldu. Bu birlikler Yunan ordusunun ilerleyişini durdurmaya çalışan milli kuvvetlere oldukça zor zamanlar yaşatmışlardır. Kimi zaman Yunan mezaliminden daha fazla zarar vermişlerdir. Milli direnişe karşı düzenlenen bu sabotajlar İngiliz ve İstanbul hükümetinin tetikçileri tarafından yapılıyordu. Anzavur birlikleriyle ilgili Mustafa Kemal Paşa’nın notlarında şunlar geçiyor:

Efendiler, hemen aynı günlerde Anzavur, Balıkesir ve Biga dolaylarında oldukça önemli ve tehlikeli durumlar yaratmakta başarılı olmuştu. Balıkesir’de, ulusal cephelerimizi arkadan vurmak istiyordu. Başına birçok adam toplamıştı. Karşısına gönderilen ulusal güçlerle Biga’da kanlı bir çarpışma oldu. Anzavur galip geldi. Kuvvetlerimizi dağıttı. Toplarımızı mitralyözlerimizi ele geçirdi. Asker ve subaylarımızı esir aldı, şehit etti. Akbaş kahramanı Hamdi Bey de bu şehitler arasındaydı. Bundan sonra Ahmet Anzavur, kendi adıyla Ahmediye Cemiyeti adı altında alçaklığını yaymaya devam etti” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 267).

Bu olaylarla mücadele edilirken 16 Mart 1920 günü Türk ulusu için çok acı bir olay yaşandı. Sabah saatlerinden itibaren fiili olarak süren İtilaf devleri işgali, meclisin basılması ve mebusların tutuklanmasıyla resmiyet kazandı. Devlet daireleri dahil her yere el koyan İtilaf güçleri resmen İstanbul’u işgal etti. Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Misak-ı Milli’nin kabul edilmesi bu sonucu doğurmuştu. Mustafa Kemal Paşa, temsil heyeti adına tüm devletlere bir protesto telgrafı çekti. O telgraf şu şekilde son buluyordu: 

Bu olaylardan doğacak büyük tarihi sorumluluğa, son defa bir daha dünyanın dikkatini çekeriz. Davamızın haklılık ve kutsallığı, bu zor zamanlarda, Allah’tan sonra en büyük yardımcımızdır” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 285).

Türk ulusunun izlemesi gereken siyaset ile ilgili Mustafa Kemal Paşa şöyle düşünüyor: 

Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı korumakla ulusun ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve refahına çalışmak… Genel olarak ulusu geniş emeller peşinde oyalamamak ve onu zarara uğratmamak… Uygar dünyadan, uygar, insanca davranış ve karşılıklı dostluk beklemektir” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 297-298).

Batı cephesinde Yunan ordusunun ilerleyişi sürerken, doğu cephesinde Ermenilerle olan mücadele devam etmekteydi. Güney cephesinde de Fransızlar ve onların desteklediği bazı asi aşiretlerle savaş sürmekteydi. Milli aşireti Fransızlardan aldıkları destekle birlikte Urfa’yı ele geçirmek için saldırdılar. Başta püskürtüldüler daha sonra canlarının bağışlanması için geldiklerini söyleyerek milli kuvvetleri aldattılar ve hile ile kazandılar. Viranşehir’i işgal ettiler. Fakat daha sonra Diyarbakır’dan bölgeye yetişen 5. Tümen birlikleri, asi Milli aşiretini yendi ve çöle kadar kovalandılar. Bunlar yaşanırken Afyonkarahisar bölgesinde Çopur Musa isimli bir adam halkı askerlikten soğutmaya, onları ordudan kaçmaları için kaçmaya ikna etmeye uğraşıyordu. Üzerine gönderilen birliklerden kaçarak yanına topladığı yandaşlarıyla birlikte Yunan ordusuna katıldı. Konya’da çıkan bir başka ayaklanmada bölgede bulunan komutan ve birliğinin yiğitliği sayesinde büyümeden bastırıldı. Bir yandan Yunan ordusu ile uğraşırken diğer yandan da içerde çıkarılan isyanlarla uğraşılıyordu.
Bugün dahi tartışılan eyalet yapısına daha o dönemde Ulu Gazi şu şekilde bakıyor: 

Saygıdeğer efendiler, halkın kendi eliyle kendisini yönetmesi ilkesini ortaya koyan bizdik. Fakat, bundan, her ilin veya her bölgenin, ayrı ayrı birer yönetim kurmasını asla kastetmedik. Amacımızı, Büyük Millet Meclisi’nin ilk günlerinde açıkça söyledik” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 327).

Bu zor günleri atlatmak elbette olanaksız görünüyordu. Fakat Mustafa Kemal Paşa bu durum karşısında biraz daha farklı düşünüyordu:

 “Tarihte bütün bir vatanı, çok üstün düşman kuvvetleri karşısında, son bir avuç toprağına kadar karış karış kahramanca ve namusuyla savunmuş ve yine varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu, o cevherde bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenler, komuta edebilme niteliklerine sahip bulunsun.
Efendiler, komutanlar askerlik görev ve gereklerini düşünürken ve uygularken, kafalarını siyasi düşüncelerin etkisi altında bulundurmaktan kaçınmalıdırlar. Siyasi yönün gereklerini düşünen başka görevliler olduğunu unutmamalıdırlar. Komutanların, emri altına verilen ulus evladını, ülke araçlarını, düşmana, ölüme yöneltirken, düşünecekleri tek nokta, ulusun kendisinden beklediği vatan görevini ateşle, süngüyle ve ölümle yerine getirmek ve sonuç almaktır. Askeri görev, ancak, bu anlayış ve inançla yerine getirilebilir. Lafla, politikayla, düşmanın aldatıcı sözlerine kulak vermekle askerlik görevi yapılamaz. Komutanlık görev ve sorumluluğunu yüklenecek kadar omuzlarında ve özellikle kafalarında güç olmayanların, kötü sonlarla karşılaşmaları kaçınılmazdır
” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 336). 

Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi, Türk ordusuna komuta edebilme niteliklerine sahip midir? Askerlik görevini icra eden subaylar, komutanlar kafalarını siyasi düşüncelerin etkisinden kurtarabiliyor mudur?
Omuzlarında ve özellikle kafalarında güç var mıdır?

Efendiler, bütün ordusu üstün düşman karşısında yenilip, kendiliğinden geri çekilirken, kılıcını çekip tek başına atını, düşman başkomutanının çadırına saldırarak ölüm arayan Türk komutanları görülmüştür.
Bir Türk komutanının, ordusunu kullanmaksızın, herhangi kötü bir rastlantı ve kötü kader sonucu da olsa, düşmana tutsak düşmesini biz bağışlasak da, tarih bunu asla bağışlamaz ve bağışlamamalıdır. Türk inkılap tarihinin gelecek kuşaklara söyleyeceği söz ve uyarısı işte budur…
” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 336).

Süleyman Şah Saygı Karakolu’nu boşaltan komutanları tarih bağışlayacak mıdır?
Adaların Yunan işgali altında olmasına ses çıkaramayan amiralleri Barbaros affedecek midir?
Boynuna ip geçirilen ama istifa etmeyen generalleri tarih affedecek midir?

Ulus, vekillerini seçerken çok dikkatli ve kıskanç olmalıdır. 

Saygıdeğer efendiler, çok iyi bilirsiniz ki, sultanlarla, halifelerle yönetilmiş ve yönetilen ülkelerde vatan için, ulus için en büyük tehlike, sultanların ve halifelerin düşman tarafından satın alınmalarıdır. Bu, çoğu kez kolaylıkla yapılabilmiştir. Meclislerle yönetilen ülkelerde de, en tehlikeli yön, bazı milletvekillerinin yabancılar adına ve hesabına çalınmış ve satın alınmış olmalarıdır. Millet meclislerine kadar girme yolunu bulabilen vatansızlara rastlanabileceğine, tarihin bu konudaki örnekleriyle inanmak zorunludur. Bunun için ulus, kendi vekillerini seçerken çok dikkatli ve kıskanç olmalıdır” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 341).
 “Saygıdeğer ulusuma şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki asıl özü çok iyi analiz etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 411).

Yunan ordusu ile gerilla savaşları netice vermemiş ve düzenli ordu birlikleri kurulmuştu. Düzenli ordu birliklerinin Yunan ilerleyişi karşısında ilk başarısı İnönü mevkilerinde gerçekleşti. Düşman geri çekilmeye zorlandı ve binlerce ölüsüyle birlikte geri çekildi. Daha sonra isyanları bastırmakla uğraşan ordu, Yunan ordusunu İnönü mevkilerinde ikinci kez durdurmayı başardı. Bu tarihi olayları Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey ve Meclis başkanı Mustafa Kemal Paşa arasındaki telgraflarla yaşayalım.

“Metristepe’den, 1.4.1921

Saat 18.30’da Metristepe’den gördüğüm durum: Gündüzbey kuzeyinde, sabahtan beri bekleyen ve artçı olduğu sanılan bir düşman müfrezesi, sağ kanat grubun saldırısıyla düzensiz olarak çekiliyor. Yakından izleniyor. Hamidiye yönünde karşılaşma ve çalışma yok. Bozüyük yanıyor. Düşman, binlerce ölüleriyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza bırakmıştır.”

Batı Cephesi Komutanı
İsmet


İnönü Savaş Meydanında Metristepe’de
Batı Cephesi Komutanı ve Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa’ya

Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü meydan savaşlarında üzerinize yüklendiğiniz görev kadar ağır bir görev yüklenmiş komutanlar çok azdır. Ulusumuzun bağımsızlığı ve varlığı, dahice yönetiminiz altında görevlerini şerefle yapan komuta ve silah arkadaşlarınızın yürekliliğine ve vatanseverliğine büyük bir güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz.
…”
Büyük Millet Meclisi Başkanı
Mustafa Kemal


İkinci İnönü zaferi Türk istiklal mücadelesinde bir dönüm noktasıdır. Kurulan düzenli ordunun başarısının rastlantı olmadığının göstergesidir. İsmet Paşa’nın soyadını almasını sağlayan İnönü savaşları, Türk subay ve erlerinin bağımsızlığa olan inancını ve vatanseverliklerinin ne kadar yüksek derecede olduğunun resmidir. Bütün itirazlara rağmen İsmet Paşa, İnönü mevkilerinde başarılı yönetimi sayesinde batı cephesi komutanlığını hakkıyla yerine getirdiğini kanıtlamıştır.
İnönü Savaşları sonrasında büyük destek kuvvetleri ve silah takviyesiyle Yunan ordusu yeni bir taarruz planı yapmaya başladı. Cepheyi doğrudan yarmak, Ankara’ya kadar durmaksızın ilerlemek, Meclisi dağıtmak, Mustafa Kemal ve milli direnişi yok etmek!

 Kütahya-Eskişehir Savaşları olarak tarihe geçen bu savaşlar neticesinde Türk ordusu Sakarya Nehri’nin doğusuna kadar geri çekildi. Eskişehir elden çıktı. Bu durum mecliste büyük bir infiale yok açtı. Bu karar askerliğin doğasından kaynaklanan bir karardı. Düşmanla aradaki mesafe açılacak, düşman ilerledikçe yıpranacak, düşman yıprandıkça Türk ordusu güçlenecekti. Fakat büyük bir toprak parçasının savaşmadan düşmana bırakılması konusu mecliste büyük tartışmalara yol açtı. İsmet Paşa bu karar sonucunda zor durumda kalacağını söylese de Mustafa Kemal Paşa askerliğin gereğinin yapılması emrini verdi.

Yunan ordusu taarruz için hazırlıklarını tamamlarken Türk ordusu da bulunduğu konumda savunma için hazırlıklarını sürdürüyordu. Bu esnada mecliste büyük tartışmalar yaşanıyordu. İsmet Paşa’nın yetersizliğinden yakınılıyor ordunun başına Mustafa Kemal Paşa’nın geçmesi gerektiği savunuluyordu. Bu düşüncesi savunan iki kitle vardı. Birincisi gerçekten de başarının ancak Mustafa Kemal Paşa’nın orduyu doğrudan yönetmesi ile gelecek olduğuna inananlar. İkincisi de Mustafa Kemal Paşa’yı Meclis’ten uzaklaştırmak gayesinde olanlar. Mustafa Kemal Paşa bu düşüncede olanları bir kez daha alt etti. Başkomutanlık yetkilerini üç ay süreyle üzerine alarak Meclisin tüm yetkilerini kullanma imkanına sahip oldu. Sakarya Savaşı’ndan önce ordunun tüm eksiklerini tespit ettirdi. Ordunun eksikleri Türk milletinin vefakâr insanları tarafından tamamlandı. Tekalif-i Milliye emirleri olarak tarihe geçen bu emirler neticesinde millet elinde avucunda ne varsa yarısını meclis hükümetine teslim etti. İşte Türk istiklal harbi bu şartlar altında yapılıyor, bir millet küllerinden doğuyordu…

Sakarya Savaşı, dünya tarihinin en uzun meydan savaşıdır. Tam 22 gün 22 gece süren bu savaş kesin Türk zaferi ile sona ermiştir. Yunan ordusunun taarruz gücü gittikçe kırılmış, düzensiz bir şekilde geri çekilmeye başlamıştır. Gerçekten de kağnı kamyonu yenmiştir. Türk milli bilinci işte bu kan ve gözyaşı sellerinde oluşmuştur. Balkan Savaşları’ndan beri durmaksızın savaşan millet, kendi öz benliğinin farkına, kimliğinin farkına varıyordu. Sakarya Savaşı’nın kazanılmasında yine dünya savaş tarihine geçen Mustafa Kemal Paşa’nın şu emri etkili olmuştur:

 “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. (Savunma hattı yoktur, savunma alanı vardır.) O alan, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, bırakılamaz. Onun için küçük büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda olduğunu gören birlikler, ona bağlı olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmak ve direnmek zorundadır.”

İşte Sakarya Savaşı’nın kaderini değiştiren dolayısıyla Türk tarihinin ve kaderinin gidişatını değiştiren emir budur. Yunan askerlerinin anılarında anlattıklarına göre, her tepenin arkasının Ankara olduğunu söyleyerek askerleri hücuma kaldıran subaylar varmış. Alan savunması ile ilgili de Yunan generaller anılarında böyle bir savaş taktiği daha önce görmediklerini yazmışlardır. İşte büyük askeri deha bir kez daha kendini göstermiş ve mensubu olduğu milleti ateşin içinden çekip çıkarmıştır.
Sakarya Zaferi’nin ardından mecliste esen olumlu hava yerini yeniden kasvete bırakmıştı. Düşman yenilmişti fakat vatan topraklarından henüz atılamamıştı.

 Herkesin aklındaki soru Viyana önlerinden beri geri çekilen Türk ordusu hücum edebilir mi? Başarılı savunma savaşları yapılmıştı fakat hücum edebilecek kabiliyeti olmayan bir ordu ile hücum etmek felaketle sonuçlanabilirdi. Türk istiklalinin dayandığı tek güç olan Türk ordusu bu harekata hazır olmadan bir maceraya kalkışmayacaktı. Türk ordusunun hücum kabiliyetinin yetersiz olduğu fikri Mustafa Kemal Paşa’nın işine yaramıştı. Çünkü o yıldırım harekatıyla sürpriz bir saldırı ile düşmanı sarmak ve yok etmek istiyordu. Tam da istediği gibi oldu. Düşman uçaklarına fark ettirmeden ordu birlikleri gerekli mevzilere yerleştiler. Başkumandanlık Meydan Muharebesi olarak tarihe geçen bu savaşlar sonucunda Yunan ordusu tamamen imha edildi veya esir düştü. Artık gün İzmir’e koşma günüydü. 9 Eylül 1922 günü İzmir düşman işgalinden kurtarıldı ve Türk bayrağı tekrar layık olduğu göklere çekildi.

Vatan düşmandan kurtarılmıştı fakat iş henüz bitmemişti. Türkiye’nin yeniden çöküşe sürüklenmemesi için Mustafa Kemal Paşa’ya kulak verelim: 

Türkiye’yi böyle yanlış yollarda yok oluş ve çöküşe sürükleyenlerin elinden kurtarmak gerekir. Bunun için, bulunmuş bir gerçek vardır, ona uyacağız. O gerçek şudur: Türkiye’nin düşünen kafalarını yepyeni bir inançla donatmak… Bütün ulusa taptaze bir manevi güç vermek…

Milli mücadelenin başladığı yıllarda Mustafa Kemal Paşa bir anısını paylaşıyor:

 “Efendiler, para vardır veya yoktur, ister olsun ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır. Bu noktada bir anımı da anlatayım. Ben ilk defa bu işe başladığım zaman, çok akıllı geçinen bazı kişiler bana sordular: Paramız var mıdır? Silahımız var mıdır? Yoktur dedim. O zaman, o halde ne yapacaksın? Dediler. Para olacak, ordu olacak ve bu ulus bağımsızlığını kurtaracaktır! dedim. Görüyorsunuz ki, hepsi oldu ve olacaktır.”

Mustafa Kemal Paşa için mutluluk: 

Benim başkaca, ikinci bir mutluluğum olacaktır ki, o da, kutsal davamıza başladığımız gün bulunduğum makama dönebilmek imkanıdır. Dünyada, ulusun bağrında özgür bir birey olmak kadar büyük bir mutluluk var mıdır? Gerçekleri bilen, kalp ve vicdanında manevi ve kutsal zevklerden başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur.”

Mustafa Kemal Paşa’nın Türk istiklal harbi ile ilgili düşüncesi şu şekildedir:

 “Her evresiyle düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek güç ve kahramanlığını tarihte bir daha belirleyen çok büyük bir eserdir. Bu eser, Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz anıtıdır. Bu eseri yaratan bir ulusun çocuğu, bir ordunun başkomutanı olduğum için sonsuza kadar mutlu ve bahtiyarım.

Türk kurtuluş savaşı kazanılmış artık yeni devletin temelleri atılıyordu. Devletin rejimi ile ilgili tartışmalar sürüyordu. Cumhuriyet rejiminin kurulacağı kulislerle konuşuluyor bir kısım bu fikre şiddetle karşı çıkıyordu. Doğrudan oylanması yerine komisyonda incelenmesini istediler. Komisyonda tartışmalar sürerken Meclis reisi Mustafa Kemal Paşa komisyonun bulunduğu odaya geldi ve tarihe geçen o konuşmasını gerçekleştirdi.

Efendiler, egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik, saltanat, kuvvetle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı. Bu zorbalıklarını altı yüz yıl sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk ulusu bu saldırganların hadlerini bildirerek, egemenlik ve saltanatını, ayaklanarak, kendi eline gerçekten almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun, zaten oldubitti haline gelmiş bir gerçeği ifadeden ibarettir. Bu, kesinlikle olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal karşılarsa, fikrimce uygun olur. Aksi taktirde, yine gerçek, yöntemine uygun olarak ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Bu konuşmanın ardından komisyonda ayak sürüyenler “Paşam biz konuyu yanlış anlamışız. Bizi aydınlattınız!” diyerek tutumlarından vazgeçmişlerdir. Böylelikle Türk ulusu egemenlik hakkına yeniden kavuşmuş ve 29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyet devletin resmi yönetim şekli olarak belirlenmiştir.

Cumhuriyetin ilanından önce gündemde Lozan Görüşmeleri vardı. Kazanılmış askeri bir zafer vardı fakat siyasi sonuçlarını elde etmeden bu askeri başarının bir değeri olamazdı. Lozan görüşmeleri ile ilgili Mustafa Kemal Paşa bazı anılarını aktarıyor:

 “Bir süre Ankara’da Lozan Konferansı görüşmelerini izledim. Görüşmeler ateşli, tartışmalı geçiyordu. Türk haklarını onaylayan olumlu bir sonuç görüşmüyordu. Ben bunu çok doğal buluyordum. Çünkü, Lozan barış masasında ele alınan sorunlar, yalnız üç dört yıllık yeni döneme ait ve onunla sınırlı kalmıyordu. Yüzyılların hesapları görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak, elbette, o kadar basit ve kolay olmayacaktı.

Efendiler, biliyorsunuz ki, yerini yeni Türk Devleti’nin aldığı Osmanlı Devleti Uhud-ı Atika (Eski Antlaşmalar) adı altında birtakım kapitülasyonların tutsağıydı. Hıristiyan halk birçok hak ve ayrıcalıklara sahipti. Osmanlı Devleti, Osmanlı ülkesinde oturan yabancılar üzerinde yargı haklarını uygulayamazdı; Osmanlı yurttaşlarından aldığı vergiyi yabancılardan alması engellenmiş bulunuyordu. Devletin varlığını kemiren ve kendi sınırları içinde yaşayan azınlıklarla ilgili önlemler alması mümkün değildi.


Osmanlı Devleti, kendisini kuran asıl topluluğun, Türk ulusunun, insanca yaşamasını sağlayacak önlemleri alma bakımından engellenmişti; ülkeyi bayındır kılamaz, demiryolu yaptıramazdı. Hatta okul yaptırmak bile serbest değildi. Bu gibi durumlarda yabancı devletler hemen işe karışırlardı.

Osmanlı hükümdarları ve yakınları debdebe ve gösteriş içinde yaşayabilmek için ülke ve ulusun bütün servet ve kaynaklarını kuruttuktan başka, ulusun her türlü çıkarlarını peşkeş çekerek, devletin onur ve şerefini feda ederek birçok dış borçlanmalar yapmışlardı. O kadar ki, devlet bu dış borçların faizlerini ödeyemeyecek duruma gelmiş, dünyanın gözünde iflas etmiş sayılmıştı” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 472).

Osmanlı Devleti’nin dünyanın gözünde hiçbir değeri kalmamıştı. Uluslararası hukukun dışında bırakılmış adeta himaye ve korumaya muhtaç bir durumda olarak kabul ediliyordu. Geçmişte yapılan yanlışların hesabı da yeni kurulan devletten sorulmaya çalışılıyordu. İşte Lozan Görüşmeleri bu şartlar altında yapılıyordu. Gerileme ve çöküş döneminde Osmanlı Devleti’nin yabancılara vermiş olduğu ayrıcalıklar, almış olduğu borçlar, yeni devletin omuzlarına yüklenmek isteniyordu. Ulusun mutlak bağımsızlığını sağlamak için güçlükler çıkıyor, fedakarlıklar gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa bu konuyla ilgili şunları söylüyor:

“Ulusun ve ülkenin gerçek bağımsızlık ve egemenliğe sahip olmasını sağlamak için bu güçlükleri ve fedakarlığı da göğüslemek bizim üzerimize yüklenmişti. Ben, sonucun mutlaka olumlu olacağına inanıyordum. Türk ulusunun varlığı için, bağımsızlığı için, egemenliği için mutlaka elde etmek ve sağlamak zorunda olduğu esasların dünyaca tanınacağından asla kuşku duymuyordum. Çünkü gerçekte bu esaslar, kuvvetle ve hak ederek, çalışarak ve maddi olarak elde edilmişti. Konferans masasında istediğimiz, zaten elde edilmiş hususların, yöntem gereği ifade edilmesi ve onaylanmasından başka bir şey değildi. İsteklerimiz, açık ve doğal haklarımızdı. Bundan başka, haklarımızı korumak ve sağlamak için gücümüz de vardı, kuvvetimiz de yeterliydi. En büyük kuvvetimiz, en güvenilmeye değer dayanağımız, ulusal egemenliğimize ulaşmış ve onu çalışarak halkın eline vermiş ve halkın elinde tutabileceğimizi gerçekten kanıtlamış olduğumuzdu.
İşte bu düşüncelere dayanarak, konferansın görüşmelerini sessizce izliyor ve ortaya çıkan karşıt durumlara gereğinden fazla önem vermiyordum” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 473).

Mustafa Kemal Paşa, Lozan görüşmelerinin sonucunun muhakkak Türk ulusal egemenliğinin dünyaca tanınması olacağından şüphe duymuyordu. Bu durumdan emin olmasının en büyük dayanağı da ulusal egemenliğe dayanan bir rejimin oluşturulmuş ve sürdürülebilir hale getirilmiş olmasının dünyaya gösterilmiş olmasıydı.

Cumhuriyet ilan edilmişti fakat hala halifelik makamı mevcuttu. Bu durum cumhuriyet rejimi ile bağdaşamayan bir durumdu. Ayrıca Yavuz Selim Han’ın Mısır’ı fethiyle birlikte Türklere geçen hilafet makamı aslında gerçekten bir etki yaratmış mıydı? Müslümanlar gerçekten Türk sultanını halife olarak görüyor ve onun emirlerine göre mi davranıyordu? Kendi devlet başkanı varken, bir başka devletin başkanı olan kişinin halife sıfatı nedeniyle onun emri altında mı olacaklardı? Hilafet konusunda Mustafa Kemal Paşa’nın düşünceleri şu şekildedir:

Ulusumuzun kurduğu yeni bir devletin mukadderatına, işlerine, bağımsızlığına, unvanı ne olursa olsun hiç Kimseyi karıştıramayız! Ulusun kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza kadar koruyacaktır.

Bütün Müslümanları kapsayan bir devlet kurmak göreviyle yükümlü olduğu sanılan bir halifenin görevini yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine bağımlı tutulamaz. Ulus bunu kabul edemez! Türkiye halkı bu kadar büyük bir sorumluluğu, bu kadar mantıksız bir görevi üstlenemez!” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 477).

Ulusumuz, yüzyıllarca bu boş görüşten hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlatlarının sayısını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı korumak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için ne kadar insan yok oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuç ne oldu görüyor musunuz?

Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu bütün Müslümanların işlerinde söz ve yetki sahibi kılmak düşüncesinde olanlar, bu görevi yalnız Anadolu halkından değil, onun sekiz on katı nüfustan meydana gelen büyük Müslüman topluluklarından istemelidir! Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık, kendi yaşam ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur… Başkalarına verebilecek bir parçası kalmamıştır!

“Bir an için varsayalım ki, Türkiye söz konusu görevi kabul etsin. Bütün İslam dünyasını bir noktada birleştirerek yönetmek amacına yürüsün ve başarılı da olsun! Pekâlâ ama, uyruğumuz ve yönetimimiz altına almak istediğimiz uluslar, derlerse ki, bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat biz bağımsız kalmak istiyoruz. Bağımsızlık ve egemenliğimize kimsenin karışmasını uygun görmeyiz! Bizim kendi kendimizi yönetmeye gücümüz yeter!
O halde, Türkiye halkının bütün bu çaba ve özverisi sadece bir teşekkür ve dua almak için mi gösterilecektir?!”

Görülüyor ki, boş bir istek ve heves için, bir kuruntu ve hayal için, Türkiye halkını yok etmek istiyorlardı. Hilafet ve halifeye görev ve yetki vermek düşüncesinin içyüzü bundan ibaretti.”
“Bir İslam devleti olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü devletinin bağımsızlığını, ulusun egemenliğini ortadan kaldırır.”
“Ulusa şunu da hatırlattım ki, kendimizi dünyanın egemeni sanmak aymazlığı artık devam etmemelidir. Gerçek konumumuzu, dünyanın durumunu tanımamaktaki aymazlıkla, aymazlara uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz felaketler yetişir! Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz!” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 478).

Mustafa Kemal Paşa’nın o dönemde yapmış olduğu bu konuşmalar ulusu aydınlatacak nitelikteydi. Öyle ya, bir avuç Türk neden milyonlarca Müslümanın sorumluluğunu üstlenecekti? Üstlendi diyelim, bu devletler bağımsızlıklarından ödün verecekler miydi? Belirtildiği üzere boş bir hayalin peşinde yıllarca Anadolu çocuklarının kanı hiç bilmedikleri diyarlarda boş yere aktı. Nihayet bu boş hayal, 3 Mart 1924 tarihinde hilafetin kaldırılmasıyla sona erdi.

Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyet Halk Partisi’nin dokuz ilkeli programını şu şekilde anlatıyor: “Ulusun, maddi ve manevi yenilenme ve gelişmesi yolunda, çalışma ve uygulamalarla, sözlerin ve teorilerin önüne geçmeyi tercih ettik. Bununla beraber, “Egemenlik ulusundur”, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dışında hiçbir makam, ulusun mukadderatına egemen olamaz”, “Bütün kanunların düzenlenmesinde, her türlü örgütlenmede, yönetimin tüm ayrıntılarında, genel eğitimde, ekonomide ulusal egemenlik ilkeleri çerçevesinde hareket olunacaktır”, “Saltanatın kaldırılması hakkındaki karar, değişmez genel kuraldır”, “Mali, ekonomik, yönetim alanlarındaki bağımsızlığımızın mutlaka sağlamak şartıyla barışın gelmesine çalışmak” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 482).


Lozan görüşmeleri sürerken bir yandan da meclis kaynıyordu. Mustafa Kemal Paşa’yı ulusal kahraman gibi görenlerin yanı sıra kendisine muhalif olanlar da azımsanmayacak kadar fazlaydı. Bu muhalif kitle saltanat ve hilafet makamının kaldırılmasını bir türlü kabullenemeyen gerici zihniyetteki kişilerdi. Mustafa Kemal Paşa’nın şahsının, devrimlerin en büyük dayanağı olduğunu biliyorlar ve onu bir şekilde meclisten uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bir kanun maddesi önererek bunu başarmak istediler. Kanun maddesi gereğince Büyük Millet Meclisi’ne vekil adayı olabilecek olan kişilerin mevcut devlet sınırları içerisinde en az beş yıl ikamet etmiş olması gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın bu kanun önerisi ile ilgili konuşması şu şekilde olmuştur:


Bu maddenin istediği şarta sahip bulunmuyorsam, yani beş yıl devamlı olarak bir seçim bölgesinde oturmamışsam o da bu vatana yaptığım hizmetler yüzündendir. Eğer bu maddenin istediği şartı yerine getirmeye çalışsaydım, İstanbul’u kazandırmaktan ibaret olan Arıburnu ve Anafartalar’daki savunmalarımı yapmamam gerekirdi. Eğer ben bir yerde beş yıl oturmaya mahkûm olsaydım, Bitlis ve Muş’u aldıktan sonra Diyarbakır yönünde yayılan düşman karşısına çıkmamam, Bitlis ve Muş’u kurtarmaktan ibaret olan vatani görevimi yapmamam gerekirdi. Bu efendilerin istedikleri koşulları yerine getirmek isteseydim, Suriye’yi boşaltan orduların arka kalanlardan Halep’te bir ordu kurarak düşmana karşı savunma yapmamam ve bugün ulusal sınırlar dediğimiz sınırları fiili olarak çizmemem gerekirdi.

Sanıyorum ki, ondan sonraki çalışmalarım herkesçe bilinmektedir. Hiçbir yerde beş yıl oturamayacak kadar çalışmış bulunuyorum. Ben sanıyordum ki, bu hizmetlerden dolayı ulusumun sevgi ve saygısını kazandım. Belki bütün İslam dünyasının sevgi ve saygısını kazandım. Dolayısıyla, bu sevgi ve saygıya karşılık, vatandaşlık haklarından yoksun bırakılacağımı asla aklıma getirmezdim. Tahmin ediyorum ki, yabancı düşmanlar, bana suikast yaparak, beni ülke hizmetinden ayırmaya çalışacaklardır. Fakat hiçbir zaman hatır ve hayalime getirmezdim ki, yüce Meclis’te iki üç kişi de olsa, aynı anlayışta kimseler bulunabilsin. Dolayısıyla ben anlamak istiyorum. Bu efendiler, gerçekten kendi seçim bölgeleri halkının ciddi olarak duygu ve düşüncelerinin tercümanı mıdırlar?

Yine bu efendilere karşı söylüyorum; milletvekili olmaları bakımından doğal olarak kapsayıcı bir sıfat taşıyorlar. Dolayısıyla, ulus bu efendilerle aynı düşüncede midir?
Efendiler, beni vatandaşlık haklarından yoksun bırakma yetkisi bu efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden, resmen, yüce heyetinize bu efendilerin seçim bölgeleri halkına ve bütün ulusa soruyorum ve yanıt istiyorum!
” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 486).
Bu tarihi konuşmadan sonra tabi ki ilgili kanun ve kanun teklifini getirenler meclisten gereken cevabı almışlardır.

Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra artık resmen Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları belirlenmişti. Yüzlerce yıllık sorunlar çözüme kavuşmuştu. Lozan, Türklere önerilen ilk barış antlaşması değildi. Lozan öncesinde, Sevr, Mart 1921’de ve Mart 1922’de de Türklere barış önerileri yapılmıştı. Bu barış önerilerinden Sevr ve Lozan’ı kıyaslarsak, Türk Kurtuluş Savaşı’nın ne kadar büyük bir başarı sağladığını ve Lozan antlaşmasının önemini daha iyi anlamak mümkün olacaktır.

SINIRLAR:
a      
    Trakya Sınırı:
Sevr’de: Çatalca hattından biraz ileride bulunan Podima- Kalikratya hattı.
Mart 1922’de: Tekirdağ bize, Babaeski, Kırkkilise (Kırklareli) ve Edirne Yunan’a kalmak üzere bir hat.
Lozan’da: Karaağaç da bizim olmak üzere Meriç hattı.
b   
 
İzmir Bölgesi:

Sevr’de: Bu bölgenin sınırları Kuşadası, Ödemiş, Salihli, Akhisar ve Kemer iskelesine az çok yakın yerlerden geçmektedir.
Lozan’da: Doğal olarak bu gibi durumlar söz konusu bile olmamıştır.

c     Suriye Sınırı:

Sevr’de: Osmaniye, Antep, Urfa, Mardin ve Nusaybin’i epey güneyde ve Suriye toprağında bırakan bir sınır.
Lozan’da: Ankara Antlaşması’ndaki sınır.

d      Irak Sınırı:

Sevr’de: İmadiye bizde kalmak koşuluyla Musul ilinin kuzey sınırı
Lozan’da: Çözümü ertelenmiştir.

e      Kafkas Sınırı:

Sevr’de: Türk-Ermeni sınırını belirlemek ABD cumhurbaşkanı Wilson’a bırakılmıştır.
Lozan’da: Bu sorun ortadan kaldırılmıştır.


f      BOĞAZLAR BÖLGESİ:

Sevr’de: İtilaf devletlerinin kontrolünde.
Lozan’da: Başkanı Türk olan Uluslararası bir Komisyon kontrolünde.

KÜRDİSTAN:

Sevr’de: Fırat’ın doğusu ve Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan bölge için İtilaf devletleri delegelerinden meydana gelen bir komisyon yerel özerkliği hazırlayacaktır.
Lozan’da: Söz konusu ettirilmemiştir.
Ekonomik Nüfuz Bölgeleri:
Sevr’de: Fransızlar güneydoğu Anadolu bölgesi, İtalyanlar Akdeniz bölgesini, İngilizler Musul ve civarını nüfuz bölgesi haline getirecekti.
Lozan’da: Söz konusu olmamıştır.
İstanbul:
Sevr’de: Antlaşmaya samimi şekilde uyulmazsa bizden alınacaktı.
Lozan’da: Söz konusu olmamıştır.

YURTTAŞLIK:

Sevr’de: İtilaf devletleri ve kurulacak yeni devletlerin vatandaşı olmak isteyen Türk uyruğundan kimseye Türk hükümeti engel olmayacaktır.
Lozan’da: Söz konusu olmamıştır.

KAPİTÜLASYONLAR:
Sevr’de: İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya temsil edildikleri dört üyeden meydana gelen bir komisyon kapitülasyonlardan faydalanma durumlarını kararlaştıracak.
Lozan’da: Kapitülasyonlarla ilgili hiçbir kayıt yoktur!

ASKERİ HÜKÜMLER:

Sevr’de:
Padişah koruma birliği:           700 kişi
Jandarma:                                35.000 kişi
Jandarma destek birlikleri:     15.000 kişi
Toplam: 50.700 kişi
Ayrıca, özel birlik erleriyle jandarmalar hep ücretli olup bunlar en az on iki yıl hizmet edecek ve zorunlu askerlik hizmeti kalkacaktır.
Lozan’da: Trakya ve Boğazlar’da askerden arındırılmış duruma getirilen bölgelere ait sınırlamalardan başka hiçbir kayıt yoktur. Hatta Boğaziçi’nin iki tarafındaki askerlerden arındırılmış bölgede 12.000 asker bulundurabilmek hakkını saklı tutmuşuzdur. Bu bölgeler için bile hiçbir kontrol kabul edilmemiştir.

CEZA:

Sevr’de: Türkiye savaş tazminatı ödeyecektir.
Lozan’da: Söz konusu olmamıştır.

MALİ HÜKÜMLER:

Sevr’de: İtilaf devletleri Türkiye’ye yardım için bir maliye komisyonu kuracaktır. Türkiye’nin bütün geliri bu komisyona devredilecektir.
Lozan’da: Bu hükümlerin tamamı kaldırılmıştır.

EKONOMİK HÜKÜMLER:

Sevr’de: Kapitülasyondan yararlanma hakkı tüm galip devletlere verilecektir.
Lozan’da: Kapitülasyonların her türü tamamıyla ve sonsuza kadar kaldırılmıştır.
Saygıdeğer efendiler, Lozan Barış Antlaşması’nın içerdiği esasları, diğer barış önerileriyle daha fazla karşılaştırmaya gerek olmadığı fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan veri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış, büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir belgedir. Osmanlı dönemine ait, tarihte benzeri görülmemiş bir siyasi zaferin eseridir!” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 513).

Lozan Antlaşması imza edileceği zaman hükümette Rauf Orbay vardı. Türk delege heyetinin başkanı İsmet Paşa idi. Rauf Bey ile arası açık olan İsmet Paşa, görüşmelerin gidişatını haber verdiğinde geri cevap alamıyordu. Görüşmelerin sonuçlanmasına yakın derdini Gazi Paşa’ya açan İsmet Paşa ve Gazi Paşa arasındaki samimi telgraf konuşmalarına bakalım:

İsmet Paşa Hazretleri’ne        Ankara, 19.9.1923
18 Temmuz 1923 tarihli telgrafınızı aldım. Hiç kimsede kararsızlık yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve en içten duygularımızla kutlamak için anlaşmanın yöntemine uygun olarak imza olunduğunun bildirilmesini bekliyoruz kardeşim.
                                                                 
                                                                   Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi
                                                                                                        Başkomutan
                                                                                           Gazi Mustafa Kemal




Lozan 20 Temmuz 1923
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne
Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim sıkıntıyı düşün. Büyük işler yapmış ve yaptırmış adamsın. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim, aziz Şefim.
İsmet

Yeni devlet kurulmuş ve Mustafa Kemal Paşa’nın en başından beri umduğu gibi Lozan görüşmeleri de yeni Türk Devleti’nin bütün dünya tarafından tanınmasıyla sonuçlanmıştı. Artık Yeni devleti sağlam temellere oturtmanın zamanıydı. Millete bağımsızlığını kazandırmış, artık o bağımsızlığı koruması için gereken devrimleri gerçekleştirmek zamanıydı. 1924 yılında bir Kürt isyanı çıktı. Bu isyan, Musul meselesi konusunda Türkiye’nin elini zayıflatmak isteyen İngilizlerin girişimleri sonucu çıkmıştı. Türk ordusu isyanı bastırırken İngiltere Devleti Türkiye’ye ültimatom verdi. Türkiye de bu tavra karşı aynı şekilde karşılık verdi ve savaş olasılığını göze aldı. Nihayetinde isyan bastırıldı.
Gazi Mustafa Kemal Paşa hilafet makamını gündeme getirenlere karşı düşüncelerini şu şekilde anlatıyor:

“Gelecek kuşakların, Türkiye’de cumhuriyetin ilan günü, ona en acımasız bir şekilde saldıranların başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla sanmayınız! Aksine, Türkiye’nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların gerçek anlayışlarını çözümlemekte ve belirlemekte hiç de kararsızlığa düşmeyeceklerdir.
Onlar kolaylıkla anlayacaklardır ki, çürümüş bir hanedanın, halife unvanıyla başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına olanak bırakmayacak şekilde korumasını zorunlu kılan bir devlet şeklinde, cumhuriyet rejimi ilan olunsa bile, onu yaşatmak mümkün değildir” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 554).


İsmet Paşa bir meclis konuşmasında hilafet ile ilgili şunları söylüyor:
Bir hilafet fetvasının Dünya Savaşı belasına bizi attığını hiçbir zaman unutmayacağız. Bir hilafet fetvasının, ulus ayağa kalmak istediği zaman, ona düşmanlardan daha kötü bir şekilde saldırdığını unutmayacağız. Tarihin herhangi bir döneminde, bir halife, aklından bu ülkenin mukadderatına karışmak isteğini geçirirse, o kafayı mutlaka koparacağız!
“Herhangi bir halife, gelenek, düşünce ve şekil bakımından yöntemine uygun olarak, üstü kapalı ve açık olarak Türkiye’nin kaderiyle ilgiliymiş gibi durum almak isterse, Türkiye devlet adamlarını ödüllendirirmiş, gönüllerini hoş edermiş gibi bir anlayışla düşünürse, bunları ülkenin yaşamıyla ve varlığıyla taban tabana zıt sayacağız, hareketlerini vatan hainliği sayacağız.”

Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu konuyu şu şekilde neticeye bağlıyor:
Efendiler, açık ve kesin söylemeliyim ki, Müslümanları hala bir halife hayaliyle oyalamaya ve aldatmaya çabalayanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılıp hayal kurmak da ancak ve ancak bilgisizlik ve aymazlığın belirtisi olabilir” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, sf. 567).

Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti'ni kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! 

Bir Türk dünyaya bedeldir sözünün vücut bulmuş hali olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve başlatmış olduğu Türk Kurtuluş Savaşı sırasında şehit olanların ruhu şad olsun. Bütün bu gayretlerin başarıya ulaşması, Türk ulusunun binlerce yıllık tarihi ve geleneği gereği bağımsızlığa olan tutkusunun bir sonucuydu. Bugün bizim üzerimize düşen ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve emanetlerine sahip çıkmaktır. Türk gençliğine olan güvenini boşa çıkarmamaktır. 

Ne Mutlu Türk'üm Diyene !


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Musul Sorunu

MUSUL SORUNU 1. Dünya Savaşı Öncesi Musul Sorunu Musul sorunu olarak tarih kaynaklarında okuduğumuz, bildiğimiz mesele tam olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış bir durum değildir. 1890 yılında 2. Abdülhamit Ermeni asıllı bir tüccarın oğlu olan Kalus Serkis Gülbankyan'a Osmanlı topraklarında petrol rezervleri ile ilgili araştırma yapması için emir verir. Madenler Bakanlığına, Musul ve Bağdat çevresinde geniş petrol yatakları olduğuyla ilgili bir sonuç gönderilir. Bunun neticesinde Sultan, o toprakları - Memalik-i Şahane - Sultanın şahsi arazisi ilan ederek yabancı güçlerin eline geçmesini engellemek ister. Böylelikle Musul sorunu,  enerji sektörünün petrole olan açlığı ve Musul'da bulunan geniş petrol yatakları sebebiyle baş göstermiş oluyor. Osmanlı Devleti'nin dış politikası gereği Alman petrol şirketleriyle bazı antlaşmalar imzalanıyor ve petrol arama çalışmaları yürütülüyor. Bir Alman şirketi olan Anadolu Demiryolları şirketi bu aramaları ...

At Üstünde Selçuklular

AT ÜSTÜNDE SELÇUKLULAR Türkler Orta Asya'dan Maveraünnehir 'e, oradan yavaş yavaş Horasan, İran ve Suriye'ye akmış, nihayet Anadolu'ya yerleşmiştir. Anadoluyu Türkleştirmiş ve İslamı bu topraklara yaymışlardır. Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamın yayılması 10. - 11. yüzyıla Selçuklular dönemine denk gelir. Öyle ki Anadolu'nun Türk yurdu olduğunu Avrupa ve Bizans'a kabul ettiren Miryakefalon Savaşı nı Selçuklular kazanmıştır. Türk tarihinde çok önemli bir yeri olan, bugün yaşadığımız toprakları ilk kez gelip yurt tutan Selçukluları biraz daha yakından tanıyalım... İslamiyet öncesi Türklerde hemen herkes savaşçı olduğu için ordu kavramı diğer milletlerden farklıydı. Ordu-Millet anlayışı dediğimiz bu sistemi Türkler devam ettirdiler. Zorunlu ve daimi olan bu askerlik anlayışı ordunun manevi gücünü ve tecrübesini diğer devletlere nazaran daha üstün kılıyordu. Ayrıca Göktürkler zamanından beri uygulanan 10'lu sistem ordu düzenini sağlamıştır....

Beyaz "Laleler" Ülkesinde - Türkiye

Grigoriy Petrov'un kayıp eseri olan Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabı tesadüf eseri bulundu. Yayınlanması için büyük uğraş verildi ve 1923 yılında kitap basıldı. Kısa süre içinde bir çok ülkede ilgiyle karşılanan bu kitap Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün de dikkatini çekti. Bu kitabı askeri ve normal okulların müfredatına koyulması talimatını verdi. Kitap, Suomi'nin nasıl yükselen bir medeniyet haline geldiğini anlatıyor. Suomi kelimesi  bataklıklar ülkesi manasında kullanılıyor o dönemde. Bugün biz Suomi'yi Finlandiya olarak tanıyoruz. Ulu Önder'in o dönemlerden bu kitabı okul müfredatlarına konulmasını istemesinin bir anlamı vardı elbette. Bu kitap Türkiye'nin yaşadığı ve gelecekte yaşayacağı sorunları bir bir ele alıyor ve çözüm yolları için bizlere ışık tutuyor. Böylelikle ileri görüşlü olan Gazi Paşa biz Türk gençliğine yol gösterecek bir başka rehber daha sunuyor. Bu yazı ile Beyaz Zambaklar Ülkesi'nin bize ne kadar benzediğini anlatmayı...