Ana içeriğe atla

Türk'ün Ateşle İmtihanı



TÜRK'ÜN ATEŞLE İMTİHANI


Halide Edip Adıvar'ın bu eşsiz romanı, Yunan işgalinin Anadolu ve Türkler üzerindeki yıkımını net bir şekilde anlatan tarihsel belge niteliği taşır. Halide Hanım, Yunan işgalinin yaşandığı sıralarda yaşadıklarını anlatıyor. Bir yandan büyük bir yıkım ve acıya şahit olurken bir yandan da bir milletin dirilişine tanık oluyor.

Bu romanda Halide Hanım, Sultanahmet Mitingi'ne giden süreci, İstanbul'dan Anadolu'ya geçerken ne zorluklar çektiklerini, Milli Mücadele ruhunu, Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Paşalar hakkındaki gözlem ve düşüncelerini, Yunan işgal kuvvetlerinin yaptığı büyük katliam ve zulümleri, Sakarya Savaşı'nı, Büyük Taarruz'u ve nihayet Türk ordusunun İzmir'e girmesini anlatıyor...

Halide Hanım, Mustafa Kemal Paşa hakkındaki ilk düşüncelerini bu şekilde ifade ediyor...

"Mustafa Kemal Paşa, şark kuvvetlerimizin umumi müfettişi olarak 1919 Nisan'ında doğuya gönderildi. Benim ve herkesin Mustafa Kemal Paşa hakkındaki fikrimiz bu devrede şöyle ifade edilebilir : Çanakkale'de Anafartalar Kahramanı, Padişahın yaveri ve harikulade bir zeka ve ihtirası olan bir insan diye tanınıyordu. Ben kendisini birkaç defa Babıali'de görmüştüm. Şahsiyeti ve iradesi, inkar edilemeyecek bir görünüşü vardı. Türk'ün istiklalini koruyacak bir vaziyet aldıktan sonra, Türk milletinin kendisine en büyük mevkiyi vereceğini tabii görüyordum."

Görüldüğü üzere Mustafa Kemal Paşa, henüz Samsun'a doğru yola çıkarken Çanakkale'de göstermiş olduğu üstün başarılar ve Padişahın yaverliğini yapmış olması sebebiyle halk tarafından tanınıyor ve seviliyordu.

Milli mücadelenin başlayacağı sıralarda Batı kamuoyunda Türkler hakkında peşin hükümler veriliyordu. Bağımsızlık arzusuyla yanan, başka bayrak altında yaşamaktansa ölmeyi göze alacak olan bu milletin arzu ve istekleri neler diye düşünülmüyordu. 1. Dünya Savaşı'nın galibi olan devletler imzalanmış olan ağır antlaşmaların gereklerini uygulamaya çalışıyorlardı. Buna karşılık olarak Türk milleti dünyaya karşı bağımsızlık savaşının, Kuvayi Milliye hareketinin ve Misakı Milli kararlarının haklılığını duyurmaya çalışıyordu. Halide Hanım bu konuda şunları belirtiyor...

"Batı'da Türklere karşı verilen peşin hükümlere rağmen, bizim görüşümüz Batı'ya sızmaya başladı. "Karakol" adını taşıyan gizli birlik en önemlisi ve en iyi netice verenidir. Bunun reisi Kara Vasıf Bey'di."

Türk'ün milli kimliği ise imparatorluğun parçalanması sırasındaki kan,barut,ateş, ter ve gözyaşıdır (İlber Ortaylı, Türklerin Tarihi 1, 2016).

Türk milli kimliği ve bilinci, Balkan Savaşları sırasında Balkan devletlerinin 400-500 yıllık tarihe rağmen Türklere karşı yaptıkları katliamlar, Birinci Dünya Savaşındaki Arap isyanları sırasında Türklere karşı girişilen katliamlar ve milli mücadele yıllarında yaşanan işgal felaketleri sırasında tam anlamıyla oluşmuştur. Halide Hanım bu konuda şunları belirtiyor...

"Ben İzmir'in işgalinden sonra, hemen hemen bu mesele hakkında bir kimse ile konuşmamıştım. Fakat İstiklal Mücadelesi hissi bende bir çeşit mukaddes cinnet halini almıştı. Artık şahıs olarak yaşamıyordum. Bu milli, mukaddes cinnetin bir parçasından ibarettim. 1922'de İzmir'i aldığımız güne kadar benim için hayatta başka hiçbir şeyin ehemmiyeti kalmamıştı."

Halide Hanım ve daha nice Türk milletinin evladında Türk milli şuuru ve kimliği, İzmir'in işgali ile birlikte tam anlamıyla vuku buldu. İzmir'in işgalinden bir gün sonra 16 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Samsun'a doğru yola çıkmıştı...

Bazen bir milletin kaderini daha önce hiç adı sanı duyulmamış bir nefer değiştirebilir. Türk milleti öyle büyük bir millettir ki devrin her zamanında büyük liderler, kahramanlar çıkarmayı başarmıştır. Halide Hanım bu konu ile ilgili şunları belirtiyor...

"İnanıyorum ki, Sultanahmet'teki Halide, her günkü Halide değildi. Bazen en mütevazi ve tanınmamış bir insanın büyük bir milletin büyük idealini temsil edebileceğine inanıyordum."

İşgal güçlerinin Türk milletini ve devletini tamamen ortadan kaldırmak düşüncesi bir anlamda olumlu sonuç doğurmuştu. Eğer ki zulüm bu derece fazla olmasaydı, Türk'ün istiklal ve vatan sevgisi bu derece zedelenmeseydi belki de milli mücadeleye taraftar bulmak çok daha zor olacaktı.
 Öyle ki bugün Türk milletinin ekonomik bağımsızlığı tehlikede olmasına rağmen, büyük ölçüde kimlik bilincini ve bağımsızlık arzusunu kaybetmiş halde olan milletimiz bu durum için kılını dahi kıpırdatacak güçte değil. Halide Hanım bir anısını şu şekilde aktarıyor...

"Arslan Kaptan, dudaklarında garip bir gülümseme ile sessizce dinletikten sonra dedi ki :
- İngilizlerin bizi bu vaziyete sokmalarına şükredelim.
- Niçin Arslan Kaptan?
- Çünkü, hemşire, biz çabuk inanan, yufka yürekli insanlarız. Bize iyi muamele etselerdi, onlara inanır, belki istiklalimizi de kaybedebilirdik."

Halide Hanım, İstanbul'dan Anadolu'ya geçerken türlü tehlikeler atlatmıştı. Milli mücadele taraftarları olduğu gibi bu harekete düşman olan padişah yanlıları da vardı. Ayrıca İngiliz istihbaratının kurduğu ve yönlendirdiği bazı çeteler de Kuvayi Milliye hareketine saldırılar düzenliyordu. Halide Hanım atlattıkları bir tehlikenin ardından şunları ifade ediyor...

"Doğançay'da nehri görünce derin bir nefes aldık. Miralay Mahmut, bizi karşılamak için yüz milliyetçi göndermişti. Arkamızdan kimselerin bizi kovalamadığını bilmek, azıcık da olsa, kendimizi yurdumuzda hissedebilmek ne bulunmaz şeydi."

Halide Hanım Mustafa Kemal Paşa ile ilgili şunları ifade ediyor...

"Mustafa Kemal Paşa fikirlerini telkinden hiç yorulmaz, nihayet kendi düşüncelerine sürüklerdi."

Halide Hanım'a yaptığı hizmetlerden dolayı kendisine bir mükafat verilmesi sorulunca şu şekilde cevap veriyor...

"Memleketimizde Erzurum'dan İzmir'e kadar kanlı bir yol vardır. Orada ölenlerin her biri isimsiz ve memleketlerini esirlikten kurtarıp hür ve müstakil bir yurt yaratmak için canlarını vermişlerdir. Onlardan biri olmak ve o yolda can vermek benim için daima kafi bir mükafattı."

Milli mücadeleye karşı bazı isyanlar çıkıyordu. Bunlar ya saray bağlantılı ya da İngiliz istihbaratı ürünü olan hareketlerdi. Bunlardan en önemlilerinde biri de Anzavur Ayaklanmasıydı. Halide Hanım bu konuda şunları aktarıyor...

"Ankara'ya yerleştiğimiz ilk günlerde, Anzavur hareketi başladı. Bu, okumak, yazmak bilmeyen, basit bir Çerkes'ti. Milli harekete karşı koysun diye Padişah tarafından kendisine paşalık unvanı verilmişti."

Askerlik terbiyesi almış olan insanlar sivillere nazaran kan dökmek konusunda daha insan olmuşlardır. Halide Hanım bu gerçeği şu şekilde ifade ediyor...

"Burada dikkate değer bir nokta, muntazam asker birliklerinin sivillere nispeten daha çok insan olmalarıdır. Onlar, harp safhaları dışında kan dökmeyi sevmezler."

Halide Hanım, Ankara'ya vardıktan sonra Mustafa Kemal Paşa'ya yakın yerlerde çalışmıştır.  Mustafa Kemal Paşa ile ilgili bazı gözlemlerini şu şekilde anlatıyor...

"Mustafa Kemal Paşa bu ilk aylarda, hatta daha sonraları, nazik anlarda, kendisiyle çalıştığım zaman, daima dürüst, daima içkiye karşı nefsine hakimdi (içkiye iptilası rivayet edildiği halde ağzına bir damla alkol almamıştı). Aynı zamanda hiçbir şeye körü körüne inanmazdı. Herhangi bir ülküye tamamen bağlanmış olanları kullanmayı da iyi bilirdi. Bundan başka da samimi olmayan gösterişler veya inançlarla çok iyi alay etmesini bilirdi."

"Kehanete, bilhassa rüyaya çok inanırdı. Yazıhanesinin arkasında, bilmem hangi bir hoca veya kahin tarafından yazılmış, yeşil zemin üzerinde, Arapça acayip yazılar vardı. Her sabah, muhitindekilere, o gece rüya görüp görmediklerini sorardı. Kurnazlar da, tabi, onun muvaffakiyetini ifade eden rüyalar anlatırlardı."

"Mustafa Kemal Paşa, fikrini yürütmek için her nevi sistemi kullanıyor, zaman zaman George Washington tavrı alıyor, bazen de Napoleon havası yaratıyordu. Fakat ilim sahasında çok yüksek olanlar bile onun kudretine yaklaşamazlardı. İnsan tabiatının en zeki bir mümessili olan Mustafa Kemal Paşa daima mevkisini muhafaza edebildi."

Halide Hanım, milli mücadele yıllarında İsmet Paşa ile ilgili şu anektodu aktarıyor...

"İsmet Paşa'nın odası Anadolu'nun alçak tavanlı, iki küçük pencereli odalarından biriydi. Eşyası, bie portatif karyola, bir tahta masa, bir tek sandalyeden ibaretti."

Ordu Sakarya'nın doğusuna çekildikten sonrasıyla ilgili Halide Hanım şu anektodu aktarıyor...

"Ankara'da doktor Adnan bana :
- Nasuhçal'dan geldiler, tabii, Fevzi Paşa'nın dediği gibi. Bu adamın anlayışı adeta sihirli.
Yeni durumu nasıl gördüğünü sorduğum zaman Fevzi Paşa'nın gayet iyimser olduğunu, Sakarya'nın doğusunda onları yeneceğiz dediğini söyledi.
...
Karargahta tek heyecanlı ve ümitli insan Fevzi Paşa'ydı. Askerler bir şey söylemiyorlardı. Yüzleri keder içindeydi. Büyük Millet Meclisi durumu vatansever bir hisle telakki ediyor, Mustafa Kemal Paşa'yı Başkumandan yapmayı düşünüyordu. Ona karşı büyük bir güven vardı. Bütün memleket yeis ve heyecan içindeydi."

Halide Hanım Sakarya Savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa ile olan bir kaç anısını şu şekilde aktarıyor...

"Mustafa Kemal Paşa'ya doğru, kalbimde mutlak bir hürmetle gittim. O mütevazi odada, bütün gençliğin, bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararını temsil ediyordu. Ne saray ne şöhret ne herhangi bir kudret onun o odadaki büyüklüğüne yaklaşamaz."

"Sakarya Savaşı sırasında, Mustafa Kemal Paşa'nın hususiyeti bambaşkaydı. Zaferden emin, aksi takdirde bütün arkadaşlarıyla beraber ölmeye hazır görünüyordu."

"Bir siperde Mustafa Kemal Paşa'nın gülerek bize baktığını gördüm. Seslendi : 
- Gelin, Hanımefendi, harp ediyoruz.
Yüzü, en sevdiği oyunu oynayan bir çocuk gibi gülüyordu."

Yunan generalleri esir alındıktan sonra Halide Hanım manzarayı şu şekilde tarif ediyor...

"Bizimkilerin üniformaları neferlerinki kadar sade, yüzleri sakin ve hareketsizdi. Buna karşılık Yunanlılar sırmalı üniformalar giymişlerdi. Yüzleri ve elleri, son derece asabi olduklarını gösteriyordu. Fevzi Paşa ise bir Budha heykeli gibi sakindi, fakat belki de içinden "Bu herifler asker olamaz, adeta dans eder gibi sıçrayıp selam veriyorlar." diyordu. İsmet Paşa, gözlerindeki öfkeyi göstermemeye çalışıyordu. O askerden daha başka bir şeydi. O, bölgede yerli halka yapılan zulme tahammül edemiyordu. Fevzi Paşa'yla İsmet Paşa eğildiler, fakat ellerini vermediler. Mustafa Kemal Paşa bu sahnenin hakim karakteriydi. Siyasi muhaliflerini hiçbir şey düşünmeksizin ezen bu asker, askerlik alanında büyük bir sanatkar ve oyunun kaidelerine uyan bir sporcuydu."

"Yunan generalleri gittikten sonra, Mustafa Kemal Paşa hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Adeta milletler arası bir sahnede dövüşmüş olduğu ve şampiyonluğu kazandığı oyundaki muhalifini kendine layık görmüyor gibiydi."



İsmet Paşa Halide Hanım'ı Tetkik-i Mezalim isimli bir tetkik heyetinde görevlendiriyor. Bu tetkik sırasında Yunan zulmü ile ilgili Halide Hanım şahit olduğu bazı görüntüleri şu şekilde anlatıyor...

"Duatepe'nin eteğinde, yirmi beş evli bu küçük yalnız üç ev kalmıştı. Ötekileri yanmıştı. Yunanlılar, Duatepe'den çekilirken, tabii hayvan sürülerini götüremedikleri için, onları da öldürmüşlerdi. Her yerde yığın yığın hayvan leşlerine rastlıyordunuz. O karanlık günün kapattığı kül ve taş yığınları üzerinde bir sürü insan oturmuştu. Erkekler bir şey söylemiyor, kadınlar durmadan hareket ediyor ve çocuklar ağlıyordu."

"Şimdi karargahımız Sarıkız maden suyu denilen yerde. Bir düzlük üzerinde birkaç bina var. Bunlar Akşehir'de ateşten kurtulmuş tek binalar. O şehri daima insan eti kokusu gelen bir fırın gibi hatırlarım."

"Halkın bir kısmı, bilhassa kadınlar Yunan ordusu tarafından sürüklenip götürülmüştü. Anlattıkları çok korkunçtu. Yerde birkaç insan ölüsü vardı. Zabitlerden biri annelerinin cesedini kül yığınından çıkarmak için yeri kazan iki kadına yardım etmişlerdi."

"Türk ordusu, Türk şehirlerini ateşten kurtarmak için var hızıyla ilerliyor, Yunan ordusu ise, yaptığı bu tarihi yangınlardan süratle kaçıyordu. Türk ordusu şehirden şehre geçtikçe, hep bu yanık harabelerle karşılaşıyorlardı. Halk darmadağınık. Kadınlar aklını kaybetmiş gibi yerdeki taşları tırnaklarıyla ayırıyorlar."

"İşlenen cinayetler çok çirkindi. İki yüz kişi öldürülmüş veya yakılmıştı. İçlerinde kadınlar da vardı. Halk tamamen şuurunu kaybetmiş vaziyetteydi.
...
Kızılcadere'den sonra, Yunanlılar bütün ümitlerini kaybetmişler, etrafı yakıp yıkmaya başlamışlardı.Yerli Hristiyanları yanlarına almışlar, Hristiyan köylerini de yakmışlardı. Çünkü Türklerin başında dam bırakmak istemiyorlardı."

"Elvanlar tamamen yanmıştı. Oradaki halk ya açıkta ya çadırda kalıyorlardı."

"
- Birkaç saat önce Başkumandan buradaydı. Sizin de bir otomobille gelmenizi söyledi. Siz benimle Manisa'ya gelin.
- Manisa yanmadı mı?
- On sekiz bin binadan beş yüzü kaldı."

"Mülazımdan ve gelenlerden işittiğime göre, Yunanlıların Anadolu kadınlarına muameleleri, bütün vahşet ölçüsünü aşmış gibiydi.
...
Hiçbir Katolik papazı, insanın içindeki ebedi ve vahşi hayvan hakkında bu kadar içten itiraflar dinlememiştir."

"Polatlı civarındaki Üzümbeyli ve Çekirdekler, en fazla vahşete maruz kalmışlardı.
...
Geride kalan Yunanlılar o köyü ve civarını tamamen yakmışlardı."

"Başı kirli bir mendile sarılı, ihtiyar, buruşuk yüzlü bir kadın, dişsiz ağzı açıkta, siyah gözleri ölüm azabı içinde, birer pençe gibi uzanan elleri ile omzumdan yakalamış bağırıyordu :
- Kocamı, benim Üzeyir'i burada diri diri yaktılar!"

"Anlaşıldığına göre, Duatepe Taarruzu başlamadan önce, Yunanlılar köylüleri götürmüş, angaryaya koymuşlar. Giden adamlar hiç geri dönmemiş. Umumi Yunan çekilmesinde, erkekleri geri döndükleri zaman, kadınları evlerinin külleri üzerinde bulmuşlar. Çocukların bazıları açlıktan ölmüş, kadınların maruz olduğu muameleye gelince, ondan hiç bahsetmiyorlardı. Yerde dört çukurun içindeki küller, küllerin arasında yanmış kemikler ve parça parça asker esvapları, bazen de üzerinde Türkçe yazılar bulunan yanmış kağıt parçaları buluyorduk. İşte Üzeyir'in karısı, kocasının burada yakılmış olduğunu söylüyordu."


"Fatma Nine ile konuştum.
- Ah evladım, dedi. Ne oturup da yazı yazıyorsun. Boğazları kesilmiş bir halk için yazı neye yarar? Bu köyün üç bin sığır ve koyunu vardı. Şimdi yaralı kocamla kızıma yedirecek yumurta bile bulamıyorum. Bir tek tavuk kalmadı. Tuz bile yok. Yaprakları, otları kaynatıp yerken insan içine bir parça tuz koyabilse."

"...
İstanbulvari bir kadın hikayesini anlatırken, tekrar beni çıldırtıyordu. Diyordu ki:
- Biz birkaç dul kadın yanan şehirden kaçmaya çalıştık. Sokaklarda koşuşurken sekiz yaşında küçük kızım Nigar benim beyaz mendilimi istedi. Düşman gelince kız diz çökmüş:
- Teslim, teslim, diye ellerini kaldırmış, ama kızı kalbinden vurmuşlar."

Nihayet Büyük Taarruz ile Yunan İzmir'e doğru kovalanmaktadır. İzmir'e girmeye az kalmıştır. O günlerle ilgili Halide Hanım şunları aktarıyor...

"Paşalar İzmir'e girmek için yapılan hazırlıkları konuşuyorlardı. En önce İzzet Paşa fırkasının girmesine karar verildi. Bunlar Konuşulurken, Fransız donanmasındaki Edgard Quinet adlı gemiden bize bir mesaj geldi. Yabancı konsoloslar şehri Türk ordusuna teslim edeceklerini bildiriyor ve Mustafa Kemal Paşa'dan hangi kumandanın gönderileceğini öğrenmek istiyorlardı. Aynı zamanda Hristiyan halka iyi davranılması için ricaya benzer imalarda bulunuyorlardı. Salihli'nin bu vaziyetinden sonra, böyle bir tavsiye biraz garip görünüyordu. Her halde, Yunanlıların mukavemet etmeyeceğini anlıyorduk. Mustafa Kemal Paşa yumruğu ile masaya vurarak : 
- Kimin şehrini kime veriyorlar! dedi."

15 Mayıs 1919 yılında İzmir'in işgali ile başlayan Yunan zulmü nihayet 9 Eylül 1922 yılında ilk Türk birliğinin İzmir'e girmesiyle son buldu. Geriye o günlerden kalan ders niteliğinde acı hatıralar ve bir milletin küllerinden doğuşunu gösteren destansı bir mücadele... Bu aziz vatanın her karışında kanı, teri, gözyaşı olan Türk milletinin aziz şehitleri! Ruhunuz şad olsun!



Kaynakça : Halide Edip Adıvar, Türk'ün Ateşle İmtihanı, İlber Ortaylı Türklerin Tarihi 1.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Musul Sorunu

MUSUL SORUNU 1. Dünya Savaşı Öncesi Musul Sorunu Musul sorunu olarak tarih kaynaklarında okuduğumuz, bildiğimiz mesele tam olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış bir durum değildir. 1890 yılında 2. Abdülhamit Ermeni asıllı bir tüccarın oğlu olan Kalus Serkis Gülbankyan'a Osmanlı topraklarında petrol rezervleri ile ilgili araştırma yapması için emir verir. Madenler Bakanlığına, Musul ve Bağdat çevresinde geniş petrol yatakları olduğuyla ilgili bir sonuç gönderilir. Bunun neticesinde Sultan, o toprakları - Memalik-i Şahane - Sultanın şahsi arazisi ilan ederek yabancı güçlerin eline geçmesini engellemek ister. Böylelikle Musul sorunu,  enerji sektörünün petrole olan açlığı ve Musul'da bulunan geniş petrol yatakları sebebiyle baş göstermiş oluyor. Osmanlı Devleti'nin dış politikası gereği Alman petrol şirketleriyle bazı antlaşmalar imzalanıyor ve petrol arama çalışmaları yürütülüyor. Bir Alman şirketi olan Anadolu Demiryolları şirketi bu aramaları ...

At Üstünde Selçuklular

AT ÜSTÜNDE SELÇUKLULAR Türkler Orta Asya'dan Maveraünnehir 'e, oradan yavaş yavaş Horasan, İran ve Suriye'ye akmış, nihayet Anadolu'ya yerleşmiştir. Anadoluyu Türkleştirmiş ve İslamı bu topraklara yaymışlardır. Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamın yayılması 10. - 11. yüzyıla Selçuklular dönemine denk gelir. Öyle ki Anadolu'nun Türk yurdu olduğunu Avrupa ve Bizans'a kabul ettiren Miryakefalon Savaşı nı Selçuklular kazanmıştır. Türk tarihinde çok önemli bir yeri olan, bugün yaşadığımız toprakları ilk kez gelip yurt tutan Selçukluları biraz daha yakından tanıyalım... İslamiyet öncesi Türklerde hemen herkes savaşçı olduğu için ordu kavramı diğer milletlerden farklıydı. Ordu-Millet anlayışı dediğimiz bu sistemi Türkler devam ettirdiler. Zorunlu ve daimi olan bu askerlik anlayışı ordunun manevi gücünü ve tecrübesini diğer devletlere nazaran daha üstün kılıyordu. Ayrıca Göktürkler zamanından beri uygulanan 10'lu sistem ordu düzenini sağlamıştır....

Beyaz "Laleler" Ülkesinde - Türkiye

Grigoriy Petrov'un kayıp eseri olan Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabı tesadüf eseri bulundu. Yayınlanması için büyük uğraş verildi ve 1923 yılında kitap basıldı. Kısa süre içinde bir çok ülkede ilgiyle karşılanan bu kitap Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün de dikkatini çekti. Bu kitabı askeri ve normal okulların müfredatına koyulması talimatını verdi. Kitap, Suomi'nin nasıl yükselen bir medeniyet haline geldiğini anlatıyor. Suomi kelimesi  bataklıklar ülkesi manasında kullanılıyor o dönemde. Bugün biz Suomi'yi Finlandiya olarak tanıyoruz. Ulu Önder'in o dönemlerden bu kitabı okul müfredatlarına konulmasını istemesinin bir anlamı vardı elbette. Bu kitap Türkiye'nin yaşadığı ve gelecekte yaşayacağı sorunları bir bir ele alıyor ve çözüm yolları için bizlere ışık tutuyor. Böylelikle ileri görüşlü olan Gazi Paşa biz Türk gençliğine yol gösterecek bir başka rehber daha sunuyor. Bu yazı ile Beyaz Zambaklar Ülkesi'nin bize ne kadar benzediğini anlatmayı...